31 Mart 2009 Salı

Şimdilik Böyle Bir Hal İçindeyim...


Perşembe günkü Cimbakukalı Doğumgünü'nden, cuma günkü Esrik Öfke Fasılı'ndan sonra, artist gibi altıma t-shirt giyip gittiğimden ve yaklaşık 6 litre bira tüketip hem bedenimin hem de bünyemin içine ettiğimden mütevellit... hasta oldum.

2 gündür pek bir ateşliydim geceleri :P Şimdi ateşim yok ama boğazımı çok feci tahriş etmişim öksüre tıksıra, yediğim hiçbir şeyin tadı tuzu yok okur..

Ama bir şey diyeyim mi?

Kaç zamandır kahve içmediğimi fark ettim az önce ve kalkıp kendime ultra koyu kıvamlı, güzel, şekersiz bir neskayfe yaptım. Bir de, "yemişim boğazını!" diyerek üstüne güzel bir sigara yaktım.

Şu anda yanımda sıcacık süper lezzetli kahvem, elimde bitmek üzere olan sigaramla (sağlığa zararlı biliyorum, başlamadıysan hiç içme okur, kötü bişi sigara, kaka!) yazıyorum bu satırları...

İyiyim lan. Söyleyesim geldi olan-biten bir kaç şey ardından, zaten Esrik Öfke ispiyonlayacağını söyledi yakın zamanda, ondan önce davranayım!!

Ben öyle normal hayatımda kan ağlayan, her akşam demlenen tiplerden değilim ki. Kendi halimde insanım işte ben de, arada eski sevgilisini özleyen, bazen kendini sevmeyen, ağlayan zırlayan bir insanım; ama ağladığım kadar gülüyorum da. Her gülüşüm oyun değil ki hem, sadece tanıdıklarıma yüz yüze anlatmak yerine, burada anlatıyorum derdimi bazen kanlı ve karanlık kelimelerle, iyi geliyor oldukça... Ha, oldu da yanlış anladıysan; anlama işte... Sade'nin beni tanıttığı yazısında dediği gibi, mod mod'um ben; bazen off bazen on olan tonlarca mod ve birbirinden bağımsız sürüsüne bereket karakter taşıyorum içimde :)

Seviyorum ben sizi; gideni de seviyorum, kalanı da seviyorum; hem de çok!

Gülümsüyorum hatta şu an;

melapaa!!! :)

29 Mart 2009 Pazar

Göründüğü Kadar Kolay Değil Hiçbir Oyun...



Hadi gel, seninle ‘dağılan her parçayı birleştirmiş, artık bütün olmuş gibi; çok ama çok mutlu görünmece’ oynayalım.

İçimizde taşmak üzere olan bir nehir varken; biz sıkılırlar, ‘yine mi’ derler, bırakıp giderler diye saklayalım o nehri, saklanalım.

Hadi gel, seninle ‘yüzlerinde maskeler hayal ettiğimiz bedenlerin içine, özlediklerimizin ruhlarını ite kaka koyup, onu çok sevmeye çalışmaca’ oynayalım.

Tekrar birini sevmeyi çok isterken, aslında korkalım etrafımızdakilerden. Biri tarafından sevilmeyi çok isterken tekrar; aslında iğrenelim sevilmesini istediğimiz kendimizden…

Hadi gel, seninle ‘Onun mutluluğunu istediğimiz için, onun adına mutlu olmaca; ben artık bir şey hissetmiyorum, o yoluna ben yoluma diyebilmece’ oynayalım…

Söylemeyelim onu ne kadar özlediğimizi, ne kadar sevdiğimizi; yaptığımız birçok şeyden dolayı nasıl da itler gibi pişman olduğumuzu, keşkelerin ardına sığınışımızı, onu görmek için, sesini duymak için nasıl da yanıp tutuştuğumuzu; önceden ‘belki gelecekte’ derken, şimdi onlu bir geleceğe dair hiçbir beklentimizin kalamayışını; bunun ruhumuzu nasıl da kanattığını...

Hadi gel, seninle ‘Feanor olmaca’ oynayalım.

Sen bana biraz kendinden kat, ben de, eğer istersen, sana biraz hiçliğimden katayım…

24 Mart 2009 Salı

Bütün Bir Çocuk, Paramparça Bir Feanor.


Duydu ki, ilk defa aşık olduğunu söylüyormuş şimdilerde Çocuk. İlk önce, bir şeyler öldü içinde. Anlayamadı, yediremedi, konduramadı.

Ardından onlarca ayı düşündü birlikte geçirdikleri… Gökova’da kaldırıma oturup hangisi olduğunu hatırlayamadığı ay dönümlerinde yedikleri kalpli pastayı, Ölüdeniz'de suyun altına dalıp birbirlerinin dudaklarına kondurdukları kaçamak öpüşleri, onu yemeğe çıkardığı boğaz manzaralı bistroyu, ilk yıl dönümünde hazırladığı sekiz dakikalık filmi, Bulutsuzluk Özlemi konserinde çığlık çığlığa şarkı söyleyişlerini, ileride oturacakları evin planını çizdikleri kağıdı, bir kere daha gitmeden duramayacakları Olympos’u; gülüşlerini, çocuksuluklarını, sevişmelerini, ağlayışlarını… düşündü.

Her şey, hepsi, ikisi… mükemmeldi.

Neden o zaman? Ne farklıydı? Ne özeldi? Sevgide ne eksikti, ne fazlaydı?

Sonra o fotoğrafları gördü. Gördü, kızın dudağının yanağına değdiği an Çocuğun, bir zamanlar kendi için de yaptığı gibi, gözlerini hazdan nasıl da kısıp gülümsediğini; gördü, kollarını boynuna dolamış o kızı belinden kavrayıp nasıl dans ettiğini; gördü, tüm arkadaşlarıyla tanıştırdığını Çocuğun kızı, nasıl hep birlikte eğlendiklerini, oradan oraya, grup halinde nasıl koşuşturduklarını; gördü, Çocuğun annesinin gülümseyen yüzünü, kızı çağırdıkları ev yemeğinde, oğlu tutarken kızın ellerinden, oğluna ve “kızına” nasıl da gururla baktığını…

Anladı sonra, fark etti. Düşler, anımsamalar, zahiri görüntüleriymiş meğer hayatına tuttuğu şekli bozuk aynanın. Gerçeği gördü ardından… 2 sene boyunca kuytu köşe yaşadıkları saklı aşkı, çanta altından el ele tutuşmaya çalışışları, balkondan “Utanmıyor musunuz lan ibneler!!” diye yırtınan teyzeyi, ailesinin yanındayken her gerilişini Çocuğun, çevresindekilere yalan söylemek zorunda kalışını, “Oya’yı” tanıştırmamak için ürettiği tonlarca bahaneyi, eli eline değdiğinde Nevizade’de, suratlarına çevrilen onlarca bakışı; yokluğu, hiçliği, olamayışları…

Ve ardından, çocuğun şimdi içinde bulunduğu o ferah ovadaki refahını. “İşte bu benim sevgilim” diyebilişini, sevdiği insanla herkesin gözü önünde dans edebilişini; bunun verdiği keyfi, öpüşmenin verdiği hazzı; varlığı, hepliği, oluşları…

Ne eksik olabilirdi ki; ne fazlalık yapardı, fazla olmaya yeterdi, yetebilirdi?

Eline bir tükenmez kalem aldı sonra. Geçmişini değil, seneler sonra, kendini karalamaya başladı bir kere daha ardından. Paramparça oldu derisi, paramparça etti hayatını; geçti üstünden renklerin tek tek, katran karasına boyadı kalbini…

Bunca zaman sonra, ilk defa kendisinden nefret etti sonsuzca. Olduğu “şeyden”, görüldüğü “şeyden”, anıldığı “şeyden”, sanıldığı “şeyden”, kendi kendini sandığı “şeyden”.

“Şey”di o. O’nun gözünde, Onlar’ın gözünde, Sen’in gözünde, Çocuğun gözünde, Çocuğun Annesi’nin gözünde; ve bir kere daha kendi gözünde.

Ağladı ve sustu “şey”; sustu ve ağladı sonra. Ne zaman ki, yetmedi alkol anlatmaya, dökmeye tüm o zehri; zamansız uykularda boğuldu, boğdu kendini.

Canımı yaktın çocuk, paramparça ettin beni.
Beni en çok acıtan şeyse; bunları benim farkımda bile olmadan yapmandır belki…

23 Mart 2009 Pazartesi

...

Canımı çok yakıyorsun Çocuk, paramparça ediyorsun beni...

22 Mart 2009 Pazar

Feanor At-taaa'ya Gitti Geldi...

*** Okul arkadaşlarımın “Oğlum zaten taksime gidip içsek, 2 öğün yemek yesek gene 35 milyon harcarız (evet, hala TL’ye alışamadık), gel gezelim görelim öğrenelim, tralaylay!!!” diye gaz vermesi üzerine “Peki.” deyip sabahın yedisinde kalkıp Edirne’ye gittim ben dün.

*** Yol boyunca bir Jamiroquai – Love Foolosophy dinledim, bir Jason Mraz – Song For A Friend. Birinde yerimde zıplayıp durdum, diğerinde gözlerim doldu; bu döngüyü onlarca kez devam ettirip kendi kendime işkence ettim blog. (Kasarak Nasıl Manik Depresif Olunur El Kitabı- Sf. 69)

*** 2 Japon kardeş de vardı gezide, Manami ve Motoki. Rehber ısrarla Mayami ve Mikito deyip durdu. Ben Japonları seviyorum. Aramızda kalsın ama Japon kızlarından ciddi ciddi etkileniyorum ben :P Böyle karşıma koyayım, bir ömür izleyeyim sıkılmam, öyle insanlar, inanılmaz sevimli ve şirinler bence. Çok sevdim zaten Manami’yi. Canım benim.

*** Ne yaptık? 678687 tane cami gördük. Selimiye Camisi hoştu bir de 3 Şerefeli Cami. Camilerde sıkılıyorum ben, hep aynı geliyorlar bana. Ha kiliseler farklı mı? İsveç’e gidince göre göre ondan da sıkılırım okur.

*** Bu gezinin en önemli kısmı kesinlikle yemekti! Deva-i misk diye bir şey yedim. 41 baharatlı garip dondurmamsı görünen bir helva. 41 baharat bir araya gelip nasıl bu kadar tatlı olabilir (tamam, şeker de var içinde, ama o lezzet, o uyum!) ve 41 baharattan oluşan şey niçin beyazdır şeklinde zibil gibi sorular kaldı kafamızda. Osmanlı macunu da yedim ey okur! Fındık-fıstık da yedim. Ayrıca acıbadem ezmesi ve acıbademli kurabiye de yedim. (Afrodizyak!Afrodizyak!Afrodizyak!) öhm. neyse :)

*** Kelebenkim bana haydari ile ye dedi Edirne Ciğerini ama gittiğimiz yerde yoktu haydari. Edirne Ciğeri çok süper bir şey, biz Adanalılar kahvaltıda yeriz ciğeri, öyle de psikopat etçiliz yani, ama bu çok güzeldi. İnce ince kesmişler, kızartmışlar, kıtır kıtır falan, süperdi!

*** Dünya çok küçük. Değil mi Kelebenk?

*** Ben de bu toprakları bir seneliğine terk edince Thesaurus’un Jamais Vu’su gibi blog açsam euphoriaoferasmus diye, izler, bakar, yorum yapar mısın ki okur? Böyle gugıldan değil de, kendi çektiğim fotoğrafları koyarım hem (bu saydıklarımın fotoğraflarını çekmeye üşendim, ayrıca Canon EOS450D alamadığım için bir süre makinemden nefret edeceğim galiba.) Özentilik mi bu? Evet, itiraf ediyorum, çok hoşuma gitti, feci özeniyorum!

*** O değil de, bugün rejim ciddi anlamda yalan oldu.

Sevgiler and the saygılar efennim!

20 Mart 2009 Cuma

Güzel-Di.


Yürüyorduk gecenin ikisinde onu bırakacağım evin kapısına doğru. Vardığımızda gülümsedi, güzel bir geceydi dedi. Onayladım, güzeldi gerçekten de…

Durdu birkaç saniye öylece, kıpırdamadan. Sonra kollarını doladı boynuma, yaklaştı yüzü yüzüme, öptü dudaklarımdan. Karşılık verme zorunluluğundan değil, gerçekten istediğim için öptüm onu, çünkü benim için çok, çok güzeldi…

Çekildim ama sonra, rahatsız olduğumu belli ederek. Ne olduğunu sordu. Bir şey olmadığını söyledim. Ve ardından, kuracağını gece boyunca tahmin ettiğim cümleyi kurdu; “Sanırım ben seni seviyorum.”

“Farkındayım,” dedim, “ama üzgünüm, karşılık verebileceğim bir duygu değil bu.”

Buz gibiydim.

Soldu gülümsemesi, asıldı yüzü, “Ama neden?” dedi. Cevap ver(e)medim.

Umut olup olmadığını sordu, ki susuşlar hep kelimelerden önce verir soruların cevaplarını...
Olmadığını söyledim. Nedenini sordu bu defa. Durdum öylece yanıtsız, gözlerim gözlerinde.

“Dürüst ol bana karşı” dedi.

“Gerçekten istediğin bu mu, dürüstlük mü?” dedim.

“Evet…” dedi.

Ardından, seneler öncesinde, her beni zorlayan anlatışta olduğu gibi, derin bir nefes aldım.

“Çünkü ben eşcinselim.” dedim.

“Yaa…” diyebildi. Sustu. Sustum. Sustuk.

Arkasını dönüp, apartmanın kapısına doğru yürürken; o ıssız sokağın sessizliğini –sessizliğimizi- bozan tek şey, ayakkabısının topuğunun asfaltı döven sesiydi.

***

Yıllar geçti üstünden, ama yine de, özür dilerim; ergen düşlerindeki çocuklarının babası, hep yanında kalacak dürüst sevgili, hayatını paylaşacağın yoldaşın olamadığım için.

Yıllar geçti üstünden, son noktayı yeni koyabildik ama yine de; bu gece, bir masal daha sonlanmış oldu böylece…

Ve hiç elma düşmedi gökten, bir tane bile…

17 Mart 2009 Salı

'Adam' ve 'O'


Açtı Adam’a kapıyı, buyur etti, sustu.

Güldü Adam odasına girdiklerinde. İçi acıdı O’nun. Sustu.

Elini tuttu Adam. Yumruk yapıp sıktığı, tırnaklarını avuç içine batırdığı elinin parmakları içten dışa büküldü bir bir, kırıldılar. Sustu.

Kollarını okşadı parmak uçlarıyla Adam. Çıktı kolları yerlerinden, sallandılar havada bedensizce. Sustu.

Saçlarına dokundu Adam. Berrak düşleri boz bulanık düşüşler oldu; düşünemedi ardından, sustu.

Yanağına bir öpücük kondurdu Adam. Ayrıldı yüzünden, düştü tüm maskeleri; yere çarptılar, un ufak oldular, yok oldular. Sustu.

Adam “Yan!” dedi sonra. Bir an baktı Adam’a itiraz edecekmiş gibi, etmedi. Ardından alev aldı elleri, ateş yayıldı vücuduna; saçları yandı, gözleri eridi; kararmaya başladı bedeni. Adam umursamadı; sadistçe bir haz alarak izledi O’nun yerde umutsuzca debelenişini; O ise can cekişti yerde. Ama sessizdi; dudaklarını bağırmak için aralamadı bile. Boyun eğdi Adam’a, sustu.

Öldükten çok sonra bile, yandı ve yandı yerde; ardında kendine dair hiçbir şey bırakmayana dek alev alev yandı.

Bir kül yığınından ibaretti artık O. Savrulup gidebilirdi, dağılabilirdi dünyanın uçsuz bucaksız köşelerine. Vücutsuz, duygusuz; görülmeyecek izler bırakıp terk eyleyebilirdi diyarı. İsterdi de. Ama izin vermedi Adam. Bırakıp gidebilirdi, gitmeliydi… Gitmedi.

“Doğ!” dedi Adam. Küller kıpırdadı; köz oldu küller, yandılar ve de tekrar; alevler içinde bir bedenin ayakları oluştu önce; gövdesi ardından, kolları ve kafası sonrasında. Alevler söndü, kara etten taze etler doğdu; bir anka kuşu da olabilirmiş bazen insanoğlu.

Ne zaman ki bir ağzı ve dili oldu O’nun; bağırdı bu defa. Kendini tırmalaya tırmalaya, parkeyi yumruklayıp kendini kanata kanata bağırdı. İki büklüm oldu Adam’ın önünde, taptaze bedeniyle… Ve sanki bu dünyada son bir kez sesini duyurabilecekmiş gibi bağırdı; susmayacakmış gibi bağırdı, her şeyi susturacak kadar bağırdı; geceye kendini dinletecek kadar bağırdı.

Kulaklarını tıkadı Adam. O, susmadı; ne daha çok, ne daha az; sesinde hep aynı acının tınısı, haykırdı. Camlar patladı ikisinin üstüne, kesti ikisinin de bedenlerini… Adam kaçtı ardına bakmadan; parkeye pis kanını akıta akıta.

Adamın kaçışından çok sonra bile, O, küllerinden doğduğu yerde; artık fısıltı halini almış sesiyle çığlık atmaya çalışmaktaydı...

16 Mart 2009 Pazartesi

Gülten Akın'dan...

Sana büyük caddelerin birinde rastlasam
Elimi uzatsam, tutsam götürsem
Gözlerine baksam gözlerine, konuşmasak
Anlasan

Elimi uzatsam, tutamasam
Olanca sevgimi yalnızlığımı
Düşünsem -hayır düşünmesem
Senin hiç haberin olmasa
Senin hiç haberin olmaz ki
Başlar biter kendi kendine o türkü

Yağmur yağar akasyalar ıslanır
Bulutlar uçuşur geceleyin
Ben yağmura deli buluta deli
Bir büyük oyun yaşamak dediğin
Beni ya sevmeli ya öldürmeli

Yitirmeli büyük yolların birinde ne varsa
Böcekler gibi başlamalı yeniden
Bu Allahsız, bu yağmur işlemez karanlıkta
Yan garipliğine yürek, yan
Gitti giden


Gülten Akın, Deli Kızın Türküsü - III, 1955

13 Mart 2009 Cuma

GALİBA GİDİYORUM!!!! :D


Erasmus sınavından 95 almışım! 95 almışım layyyyyyyn! :D:D

27 Mart'ta asılacak listede büyük ihtimalle 2. olacağım. Yani %99.9 hibeli gidiyorum okur!!!!

Okuuur! Şu an kalbim nasıl atıyor, yüzümde nasıl bir gülümseme var, böyle elim nasıl titrek tahmin edemezsin.

Tam 1 koca sene! Beni bekle İsveç! :)

Herkesi çok seviyorum :))))))

12 Mart 2009 Perşembe

Mod Mod Feanor

*** Bugün kendimi 90lı yılların sonlarına doğru, herhangi bir Backstreet Boys ya da *N’SYNC konserinin başlamasına saniyeler kala, en önde çığlıklar atarak kıçını başını yırtmaya hazırlanan groupieler kadar heyecanlı hissediyorum blog.

Çünküm bugün Erasmus sınavına girdim. Bence oldukça da güzel geçti. Mayıs gibi hibeler açıklanacakmış, hayırlısı, kısmet, falan.

Buradan bir Ferhat Göçer şarkısıyla hibeye sesleniyorum; (zaten nedense son günlerde okulda da mühendis tayfası olarak birbirimize böyle seslenmekteyiz):

“Biri bana gelsin, o da sensin.”

Çünkü Çek de İsveç de hibeli okur, bir tek farkla; İsveç’inki 300 euro daha fazla.

*** Feysbok üyesi blogmania tayfasının da gördüğü ve sağolsunlar tek tek sordukları üzere, artık singıl’ım blog. O değil de ben şunu fark ettim; ilişkiyi bitirmeyi isteyin ya da istemeyin; ister peace bebeğim diyerek ayrılın, ister gürültülü patırtılı; ayrılıktan sonraki günlerde, telefonun o mahzun halleri çok koyuyor adama.

Önceden heyecanla tir tir titrerdi telefonum cebimde; şimdi masamda öylece duruyor, ölü gibi.
Arada evden çaldırıyorum mutlu hissetsin diye falan, işte ben böyle bir hal içindeyim sevgili izleyicim.

O yüzden bir adet de Oya Bora cover’ı gelsin size benden;

Arayın beni, öpeyim sizi sizi. (şappi şappi.)

*** An itibariyle blogrolldaki herkesin kaçırdığım yazılarını okumuş durumdayım. Yetiştim işte size. Hani Feng Shui felsefesi ile evleri yeniden dekore ediyorlardı ya bir ara, odalar daha büyük, ferah falan görünüyordu, ya da insanlar onca para verdikten sonra kendilerini ferah hissetmek zorunda kalıyordu. Önemli olan insanın iç ferahlığıymış; bak ben bedavadan blogrolldakileri okudum sadece; bi' rahatladım, bi' ferahladım anlatamam. Odam artık hipodrom gibi.

*** Bir süre hayatımda sevgili istemiyorum. Bunu söylediğim birkaç insan bana kıçıyla güldü gerçi. Ama haklı sayılırlar; çünkü son 3 ay boyunca kimler geldi, hayatımdan kimler geçti; hiçbirisi senin kadar sevilmedi blog. Bu sefer ciddiyim hem. Vallahi.

*** 2 hafta boyunca neredeyse 7/24 ambient ve chill out dinledikten; üstüne son birkaç gün içinde Six Feet Under soundtracklerini hatmettikten sonra; bugün radyoda çıkan bir Hande Yener şarkısıyla kendimi kaybettim blog; bağıra çağıra söyledim, kalkıp psikopat gibi dans ettim falan. Oh my göd! İçimdeki Çakma Yener aşkı bambaşka okuyucu, korkuyorum kendimden. Beni Araf paklar.

*** Fark ettim ki, son zamanlarda hep “Selamın Hello Sevgili Günlük!” modunda yazılar yazıyorum; eski karamsar halime dönsem mi bilmiyorum ki blog. Mutlu yazılar yazamıyorum ben, çiçekler böcekler falan. Kar tutsaydı yazacaktım ama bak, artık başka kışlara…

Sevgiler and the saygılar efennim!

9 Mart 2009 Pazartesi

İllegalimsi Toplantı Ardından...


Bir gün önceden pat diye karar aldık ve toplandık. Önce sayıca az olacağız diye korkuyorduk ama sonra mutlu olduk; gelemeyiz diyen insanlar bile gelmişlerdi çünkü. :)

İşte sadece blogtan gelenlerin listesi:

- ben :P
- eğrelti
- yasmi
- beenmaya
- kelebenk
- prince of rain
- cimbakuka
- esrik öfke
- yalnızlık okulu
- nostatic
- karoshi
- bugünü yaşama arzusu

buraya +5 ekleyiniz efem :) istemeyenler olur diye yazmadım kim kimi getirmiş :P Dedikodu olmasın :P

amaaan; tamam hadi veriyorum adresi; şuradan gidin bakın fotolara :P

kim kimdir diye sormayın ama; aaaa bu kadar da hazırcı olmayın canım! :D

Gelecek görüşmelerde sizi de bekleriz; öyle "yaaa çok eğlenmişsiniz içim gitti demekle olmuyor, hıh!" :P

Herkese kucak dolusu sevgiler :)

PS: Mayaaaa'm İsveç'e ne zaman kaçırayım seniii???

6 Mart 2009 Cuma

Cumartesi Akşamı Yeni BlogMania Toplantısı!!! :) Siz De Katılın Efendim!


Selamlar herkeseee :)

Dedim ki sıkıntılıyım ben çok, dışarı çıkıp dağıtmak lazım! EğreltiOtu'yla plan yaptık beraber dağıtalım diye :) Eğreltiotu'nun daimi yorumcusu Yasmi de olur dedi.

Sonra plana Yalnızlık Okulu'nu da ekledik :) O da Cimbakuka'yı, tüli'yi ve Bugünü Yaşama Arzusu'nu dahil etti; bu üçünden biri gelmez olursa, evlerini basıp zorla getireceğiz zaten :)

Sonra dedik beenmaya olmadan toplantı mı olur? Aradık, zaten dünden hazır, gelirim dedi :)

Eee? Önceki toplantıdaki herkes geliyor bu durumda?

Sizi de bekleriz efendim!

Cumartesi günü, saat 19.00'da, Taksim'de, Nevizade'de, yukarıda fotoğrafını da gördüğünüz Sanat adlı süper mekanda olacağız efem! Sanat'ı bilmeyenleri, Galatasaray lisesinin karşısında, Balık Pazarı girişinden alıp götürecek servis elemanları bile ayarladık! Hizmette masraftan kaçınmadık!

Mail adresim euphoriaofthesoul@gmail.com; gelmek isteyenler mail atarlarsa sevinir, onlara bize daha kolay ulaşmaları için telefon numaramı verir, listeye ekler; çerezimden ikram ederim :)

Mutlu oldum be birden? Hadi hayırlısı!!

Sevgi ve saygıyla bekliyoruz efendim :P

LİSTE

ahanda kesin geliyorlar:

- feanor :)
- EğreltiOtu
- Yasmi
- Yalnızlık Okulu
- Cimbakuka
- Tüli
- Bugünü Yaşama Arzusu
- beenmaya
- perikızı

gelebiliritesi/5 dk uğrayıp kaçabiliritesi olan; vakit bulsunlar diye umut ettiğimiz
bloggerlar:


- karoshi
- prince of rain
- Hajelis

Six Feet Under Ardından...


Bu hafta tavan izlemeyi bırakıp, Six Feet Under'ın 4. ve 5. sezonunu bitirmeye adadım kendimi.

An itibariyle dizi bitti, ve benim tam anlamıyla ağzıma s.çtı. Yeni bir diziye başlamak isteyenler; ne kadar muhteşem olduğunu düşünüyorsam da, önermiyorum, başlamayın Six Feet Under'a; depresiflikten zevk alan bir mazoşist değilseniz eğer.

Huzurlu olmakla aklımı kaçırmanın tam ortasında, ince bir çizgide yürüdüğümü hissediyorum uzun zamandır. Adımlarım beni nereye yönlendiriyor bilmiyorum; sanki bir vakumla içimdeki her şeyi çekmişler gibi hissediyorum: bomboş.

Yaşımla alakalı olmadığını düşündüğüm bir şeyi keşfettim -daha doğrusu kabullendim- son günlerde; hayatımdaki her şeyi; herkesi, her olayı, her ilişkimi ve özellikle kendimi; durmak bilmeden sorguluyorum, didik didik ediyorum, paramparça ediyorum zihnimde. Hep böyleydim; ve hep böyle olacakmışım gibi geliyor; çok ama çok korkutucu geliyor bu fikir bana.

Annemi düşünüyorum sık sık nedense, çok özlüyorum; zor günler geçiriyoruz ailecek ve ben ona yardım edemiyorum, bazen sadece sevgi yetmiyor. Six Feet Under'ın bana kattığı bir başka depresif duygu; her an, hayatımdaki herhangi bir insanın ölebileceğini düşünmem -ki son zamanlarda sıkça anneme bir şey olsa ne yaparım ben diyorum, gereksiz bir şey bu biliyorum, ama diyorum, hayır kendime bahane aramıyorum depresif hissetmek için, anlamsız biliyorum, üff ne bileyim işte öyle bir şey.

Çok yorgun hissediyorum kendimi. Kimseyle görüşmek istemediğim, görüştüklerimle de verilmiş sözlerden dolayı görüştüğüm 2 hafta geçirdim. Her gün okula gidip beni tanımayan onlarca insana gülümsüyorum soru sormasınlar diye. Neyin var denmesini istemiyorum bana. Rol yapmak lazım o yüzden bazen, ben de takmaya alıştığım maskelerimi geçirip "yüzümü" gösteriyorum bu sebeple hayata.. Bunun dışında ne yaptığım belli zaten, tavan, six feet under, kendim, sorgulamalarım, falan filan...

Hala açıp da okumadım hiçbir blogu, merak ediyorum çok neler olmuş neler bitmiş ama mecalim yokmuş gibi hissediyorum; kafamı veremeyecekmişim gibi. Kendimi toparlayınca döneceğim buralara, sağlam bir dönüş olacak, umarım.

Yarın dışarı çıkıyorum; belki iki hafta birileriyle görüşürken bile yalnız hissedişimin üstüne; çıkıp, içip, kafayı bulup, dans edip, rahatlamak iyi gelir bana.

Depresyonda değilimdir ve bu bomboş olma duygusu geçer yakında umarım. Bakalım sevgili saykoloğum ne diyecek yarın bana..!

Merak edip de soran herkese teşekkürlerimi; sevdiğim yazarlaraysa, onlara gereken ilgiyi gösteremediğim için özürlerimi sunuyorum...

Herkese sevgilerimi bir de...


"Everytime i believe in a happy ending, i've gotten severely fucked."
- Brenda Chenowith

2 Mart 2009 Pazartesi

Sıkılgan Entry


Yaklaşık bir haftadır yapmaktan hoşlandığım sadece iki aktivite var; bunlardan biri çılgınlar gibi yemek yemek, diğeri ise yatağıma uzanıp tavanı seyretmek.

Yemek yemenin verdiği sonsuz mutluluk; aldığım kilolarla beraber sonsuz mutsuzluk olarak geri dönmekte bana.

Tavanı seyretmeninse akıp giden zaman dışında pek bir dezavantajı yok. Okula gidip geliyorum, ekmek falan almaya çıkıyorum; bunun dışında saatlerce o beyaz yere bakıyorum, size sıkıcı gelebilir ama bence çok eğlenceli!

Normalde bloga ayırdığım vakti tavanıma ayırdığımdan kelli, kimseyi takip edemedim, yeni yazı yazamadım, affola...

Rejim insanlarının pazar günleri, affedersiniz ama, öküzler gibi yedikten sonra "Bu jübile şekerim, yarın rejime başlıyorum!" demesi gibi; ben de gün itibariyle 7833 kilo yemek yedim, tavan seyretme konusunda kendimi aştım, astigmatlı gözlerimle pıtırcıklarını bile saymaya kalkıştım tavanın. Neden? Jübileydi çünkü bu şekerim, yarın mutlu-mesut-olmasa-da-sorumluluk-sahibi-feanor moduna geçip, hala boşa harcayabiliritem kuvvetle muhtemel olan onca vakti Erasmus sınavı için çalışıp, blog okuyarak geçirmek istiyorum.

Hadi bakalım kısmet! *İşaret parmağıyla alnında bir çizgi çeker* Burada ne yazıyorsa o!

Sevgiler and the saygılar efennim.