30 Aralık 2010 Perşembe

Ne Yerim, Ne De Yenim Dar Gerçi Ama..?




“Bunun yanında, tartışarak bittiği için gerçekten üzüldüğüm insanlar da var. Tüm bu anlattıklarımı ilk fark ettiğim günlerde, gazabıma uğrattığım, karşılığında gazabına uğradığım kişiler. Günün birinde, karşılaşınca, sarılacağız ama onlarla, farkındayım bunun; eminim ki, onlar da farkında… ;)” yazmışım bundan yalnızca 1 ay önce.

“İnsan Sarraflığı ve Davranış Analizi” konusunda Yetenek Sizsiniz Türkiye! Ben o kadar acınası bir çömezlikteyim ki bu konuda, Acuncuğum ve diğer iki mal bile anında X’e basar, beni men ederlerdi yarışmaya katılmaktan.

Oynamak istiyorum aslında  ben! Ne yerim ne de yenim dar; ama siz oyun bitti deyip koca bir noktayı koyuyorsunuz sol göğsüme. “Biz hiç yorulmadık, biz hiç yenilmedik desem, yalan. Oyuna devam!” demek isterdim ben, ama "sizin de yumruklarınız vardı."

Ben artık 3. tekil şahısım hayatınızda; dolayısıyla bana tek bir yemek düşer.

Mutluluklar o yüzden bayım - ve iyi günler.

- - -

Görsel: Deviantart - kimcats

27 Aralık 2010 Pazartesi

EskiYeni.



Kıvrılsam kucağına birinizin, saçımı okşasanız… “Şşşşşşşşt,” deseniz; “hepsi geçecek.”

Omzuna yaslasam başımı birinizin, sarılıp öpseniz alnımdan; zaman dursa, öyle kalsak; ben huzurla yıkanana kadar.

Şöyle sigara tüttürsek birinizle karşılıklı, kahvelerimizi yudumlayıp lokumlarımızdan bir ısırık alsak.

The Fall’u izlesek birinizle, ben yine yarısında gülsem, yarısında ağlasam; sonunda “Çok güzeldi değil mi?” desem kurumamış gözlerle.

İp atlasak birinizle, birinizle müzik ‘din’lesek; boğaz turuna çıksak birinizle, birinizle Pierre Loti tepesine gidip saatlerce susmasak…

Lunapark’a gidip çığlık atsak, atlayıp bir yataklı trene hiç gitmediğimiz şehirlerde kendimize yeni parçalar eklesek, booomboş bir vakitte İstiklal’de elimizde biralarla kenara oturup gelene geçene puan versek, sadece martılara simit atmak için binip Karaköy vapuruna; gülsek, gülsek, gülsek.

Mutluluk bir rüzgar gibi esse hepimizin üstüne, 2010dan yadigar tüm kırıklar silkelense...

2011den dileğim bunlar benim…

“Ya aşk?” derseniz, bunları bin aşka yeğlerim.

- - -

Görsel: DeviantArt - Martin8910

24 Aralık 2010 Cuma

"... Elhamdülillah Agnostiğiz."



N’aber?

Öncelikle hepinizin noeli mübarek olsun cemaat, elhamdülillah agnostiğiz!

Sonralıkla belirtmeliyim ki Amélie’yi sevmeyen insanları anlamadığımı fark ettim geçenlerde. NEDEN lan?

35 Trilyon veriyorlar ya yılbaşı ikramiyesi olarak, bana bugün sordular, ne yaparsın?  “1 araba, 1 yazlık, 1 de ev alır; faiziyle yaşarım!!” dedim. Bildiğin memur kafası. Bu kafadan mıdır bilmiyorum ama hala her gece yatmadan önce lens çıkarmaya üşeniyorum. Sonra artık gözümde lens olmadığını hatırlıyorum. Ardından o rüya senin bu rüya benim, Mehmet Günsürlü - sansürlü.

Geçenlerde otobüste Ejderha Mızrağı kitapları okuyan 55+ yaşında bir teyze gördüm. İşte o teyze benim favorim, o teyze benim canım; o teyzeyi seviyorum, bal gıdığından öpüyorum.

Şimdi arada dünkü gibi gayet acılı yazılar yazıyorum ya, bakma sen, acımız o kadar da büyük değil. O KADAR da değil. Yeminle. Ama bilmelisiniz ki 1 lira az diye Pall Mall içiyorum Winston yerine, herkese de “Tadı aynı ki?” diyorum. Bok aynı! Bu konuda acılıyım. Çok hem de.

"Unuttu dediler, hiç sevmedi dediler, gücendim mal." şeklinde bir Tarkan cover'ı yapıp, herkesi “lip care” ile kurumaktan kurtulan kremli dudaklarla öpüyorum!

Gel.Git.




Saatleri bir saat geri alırmış gibi, hayatımı da üç sene geriye alabilseydim çok güzel olurdu. Belki o zaman “Eline ne geçti?” diye sorduklarında, “Bulutlu gözler” diye cevap vermezdim. Gece yarılarında ruhumu o duvardan bu duvara savururken, konuşacak birini arıyorum; bulduğumda konuşamıyorum, konuşmaya çalıştıkça daha çok susuyorum.

Sustukça susuyorum ve susuzluğumu kimse gideremiyor.

GİT dese de ne fayda? Ben sadece GEL’den anlayanlardanım.

- - -

Görsel: Deviantart - Veniamin

22 Aralık 2010 Çarşamba

Görelim, Eğlenelim, Hssktr Diyelim.


Scissor Sisters'ın Invisible Light adlı klibini yorumlamak -en azından benim için- deveye hendek atlatmaktan, Şebnem Ferah'a mutlu şarkı sözü yazdırmaktan, Aliye Kavaf'a eşcinsellerin hasta olmadığını kabul ettirmekten, Demet Akalın'a dahi anlamındaki -de'nin ayrı yazılması gerektiğini öğretmekten ve Mehmet Günsürle sevişebilmekten daha zor.

Şimdi erotik mi desem, korkunç mu desem, iğrenç mi desem bilmiyorum; ama bir yerden +18'i hak ediyor bence bu klip.

İzleyelim, görelim değerli misafirlerimiz.

Hepinizi keşişlerin sizi ayakkabınızın teki olmadan yerde sürüklediği o çayırda öpüyorum.

21 Aralık 2010 Salı

AySiDedPipıl!



Ameliyat olduğumdan beri etrafımda boğazı kesik, gözleri çıkmış, bana gülümseyen ölüler görüyorum.

Yersen.

Kırmızı-beyaz; adeta milliyetçi gözlerle bakıyorum şu an hayata, sağ gözüm kanlı falan... Ama hiç olmadığı kadar net her şey, üstelik tam iyileşmesine üç ay var daha.

Ameliyat fena değildi, vücudum titredi ama gözlerimi milim hareket ettirmedim. Gözümü keserken Amerika’da okuyacak kuzeninden bahseden doktora sövdüm içimden, konuşmak yasaktı çünkü; hem konuşmayı yasaklayan hem de “Sen de mühendistin di mi?” diyen doktora “Hııııhıııııı” diyebildim sadece.

Tam odadan çıkarken fark ettiler, ameliyat masasına tırnağımı geçirmişim, hastanede izim kaldı.

Her ışık görüşümde “vrağğğğğvr” diye bağırıp kaçıştığım, evin içerisinde güneş gözlükleriyle dolaştığım bir haftasonu ardından okula gittim bugün. 97 almışım sınavdan, mutlu oldum. Sonra dostlarımla buluştum; saatlerce oturduk, çok özlemişim zamanın böyle hemencecik akıp gitmesini…

İyiyim demek için giriyorum bu yazıyı, arayıp soran herkese teşekkürler ^^

Mucu.

--

Görsel: gugılimıcız

18 Aralık 2010 Cumartesi

Sen Ortaçgillesin, Ben Seninle...


 

İçimden geçen iki kelime var, dilimden düşen onlarca cümle. Dışı güzel, içi boş cümlelerde güçlüyüm; o iki kelimede yanık.

Bilmiyorlar, içimde bir umut olmadıkça sürdürmediğimi kendimi ellere. Bilmiyorlar, dokunamıyorum aslında ben yabancı bedenlere artık.

Hikayeler ardında ortam gülü o piç erkek saklı; maskelerin ardındakiyse hala toy, hala sana aşık.

- - -

"Kimseye Anlatmadım" çaldığında, düşündün mü beni; sen miydin yoksa o ürpertinin sebebi?

16 Aralık 2010 Perşembe

Çizdir Git.



Gözlüklerimi taktığımda ilkokul üçe gidiyordum, dokuz yaşındaydım sanırım. Evde ağladığımı hatırlıyorum “Anne ben dört göz oldum, dalga geçecekler benimle!” diye. 2 sene öncesine kadar gözlüklerim vardı hep. Her beden dersinde kırılacak diye korktuğum, kavgaya karıştığımda korkup bir köşeye bırakmaya çabaladığım (evet ben de kavga ettim, ne var?), kışın otobüse bindiğimde buğulanıp beni kör eden, burnumun yamuk olmasının sebebi olduğunu düşündüğüm gözlüklerim…

Son iki senedir lens takıyorum. Lensler çok korkunç aslında. Takması dert, çıkarması dert, saklaması dert… Rüzgar eser, gözün sulanır; uzun süre takarsın, gözün kurur; toz kaçar, çırpınırsın… Bir de düşününce iğrenç, gözüne dokunuyorsun sürekli, fena.

Bugün doktora gittim ben. Korneam çok sağlammış öyle dedi. Son 3 sene içinde sadece 0.5 artmış gözlerim, ki bu mükemmelmiş ameliyat için. Cumartesiye randevu aldım.

Sonunda kurtuluyorum bu 14 yıllık çileden; 7.25 gözlerden, çerçevelerden, camlardan, lenslerden, çantada saklanan lens sularından, göz damlalarından, lens kutularından, 2 farklı güneş gözlüğü kullanmaktan, denize girdiğimde sahildekileri bulamamaktan…

Gözlüğümü kırmayı düşünüyorum pazartesi kontrolden sonra. Fotoğrafını çekip buraya da koyarım.

Oley lan!

----

Görsel: Deviantart

15 Aralık 2010 Çarşamba

Yerme, Yerler.




Hayatım boyunca herhangi bir insandan nefret edecek kadar tiksindim mi ya da tiksinecek kadar nefret ettim mi bilmiyorum; olduysa bile gelip geçmiştir, kalıcı olmamıştır. Kinci bir insan değilim, parlar ve sönerim. Bu da babamdan aldığım nadir özelliklerden sanırım.

Adam, tuşlar ardında yaşıyor. Zehri tuşlara akıyor; tuşlardan ekrana, ekrandan birinin “Bak!” demesi üzerine başkasına. Yüreği yok adamın; yüze konuşmayı bırak, yazışarak konuşacak kadar bile cesareti yok. Oysa ne kadar da heybetli gösteriyor kendini, ne kadar “aşık”, ne kadar “seven ama sevilmeyen”, ne kadar “hep yanlış insanlara rastlamış.”

Hayat dediğimiz 60-80 sene içinde, hayata ne verirsen onu aldığını düşünürüm bazen. Sen kustukça, kusarlar yüzüne; sen küfrettikçe küfür yersin, arkadan konuştukça arkandan konuşurlar; negatifsen mükafatın negatiftir: ektiğini biçersin.

Aslında bir hiç adam. Yanlış anlaşıldığını düşünen ama aslında ÇOK doğru anlaşılan, kaybettiklerini hep bir nedenden ötürü kaybeden, o nedenin kendisi olduğunu bir türlü çözemeyen; bunun yerine sevgi ve saygı dolu avuç içi kadar ve sımsıcak “taşralı” yüreğinin, “şehir komünlerinin” sert elleri altında paramparça edildiğini varsayan... Bırak varsaysın, bıraksın biz de onu yoksayalım. Mükafatı budur çünkü.

Ben mükemmel bir insan değilim; hatalarım yüzünden acı çektiğim zamanlar oldu, yaptıklarım için hiçbir pişmanlık hissetmediğim zamanlar da; herkes gibi... İlgiye boğduğum zamanlar, ilgi istediğim zamanlar, kabuğuma çekildiğim zamanlar, kabuğa gitmek istemediğim zamanlar… Etrafımdaki insanlara neysem,nasıl hissediyorsam o an, öyle davrandım nabza göre şerbet vermek yerine. Gelip gidenleri bir kenara bırakırsak, hayat beni, neysem öyle seven onlarca dostla ödüllendirdi bence bu yüzden; yıllanmış, yıllanacak, biricik dostlarla. O yüzden, dört yazı öncesinde yazdığım gibi; giden gitsin; gitmek isteyeni tutamazsın, bir de sen “sen” olduğun için gidiyorsa, zaten tutmamalısın.

Aklı bir hesap makinesi adamın. “Sen beni şu kadar aradın.” diyor. “Ben seni şu kadar aradım.” İkisini çıkartınca birbirinden, elinde negatif kalıyor. Ben sana şu kadar konuştum, sen bana bu kadar konuştun. Seni şu kadar dinledim, beni bu kadar dinledin. Bu kadar değer verdim. Şu kadar değer verdin. Yaptım. Yaptın(!). Ettim. Ettin(!). Oysa edebilirdin, yapabilirdin, daha fazla değer verebilirdin, dinleyebilirdin, konuşabilirdin, arayabilirdin. Beni kazanabilirdin. “BENİ” kazanabilirdin. - kaybettin.

Dostluklarıma ya da sevgililiklerime hesap kitapla değer biçtiğim dönemler 5-6 sene öncesinde kaldı benim; 16lı 17li yaşlarda. Çünkü -artık daha da- farkındayım ki Ahmet’in ve Mehmet’in bana verdikleri değeri, kendi değer yargılarımla ölçemem. Başkasını örnek gösteremem ölçmek için çünkü o da Sezen’dir. Beni kendilerince severler. Sorgulamak haddime düşmez. Hakedersem fazlasını verirler, o fazlayı da kendi sevme biçimleriyle verirler. Ararlar ya da aramazlar. Sorarlar ya da sormazlar. Ama ben onlara sarıldığım an, uçarım mutluluktan. Bilirim ki, onlar da mutludurlar.

Adam konuşmaya devam edecek. Yazacak, çizecek, sövecek, sayacak. Oklarının hedefi kalp olacak,tam on ikiden vurduğunu sanacak. Oysa bilmiyor ki, kabuğa geliyor attığı oklar. Kalp, içeride zarar görmeden bekliyor, taktuk ok seslerine sadece asabı bozularak. 

Bu blog çoğu zaman yalnızca etrafımdaki çok özel insanların bildiği şeylerle dolu bir blog. Feanor, Onur’un kimliğinden çok daha bağımsız, kendini çok daha rahat ifade ediyor. Kendini çirkin görmesinden tut, aynaları sevmemesine; eski sevgili için zırlamasından tut, canını acıtan küçücük şeylere… içini açıyor. Bazen de söyle(ye)meyeceği, hissetmediği, hissedemeyeceği şeyleri kurmaca hikayelerle anlatıyor. Gerçek hayatta tanıdıklarım, bana buradan yazdığım şeyler üzerinden hakaret ettiği zaman kanıyor işte yüreğim. O an soruyorum kendime, kimseyle tanışmasa mıydım blog üzerinden? Halihazırda tanıdığım insanlara vermese miydim adresi? Feanor=Onur olmasa mıydı hiç? Ama o zaman burada sevdiklerime de ulaşamazdım diyorum kendime sonra. Kızıyorum böyle şeyler düşündüğüm için.

Adam bilmiyordu ki, sözcükler onu içerse de onun için yazılmamıştı. Dünyanın merkezi, kendisinden çok daha başka şeylerle doluydu, kendi dev aynasının aksinde büyük adamdı ama, başkalarının gözlerinden yansıması ufacıktı. Adam kusacak ve kusacaktı, ama bir daha cevap alamayacaktı.

---

Görsel: deviantart

13 Aralık 2010 Pazartesi

Yas, Sezonluk Bir Duyguydu.*




Alıp başımı gitmek istiyorum; hem vurasım var kendimi yollara, hem de vurulasım var o yollarda!

Bugün kahvaltımı 22 yaşında bir çocukla yaptım. İşi gücü bırakıp, seyyah olacağım ben demiş geçen sene Jordan. Biriktirdiği ne varsa koymuş cebine ve düşmüş yollara. Manhattan’dan Kanada’ya; sonra İrlanda’dan Fransa’ya, Fransa’dan Almanya’ya, Arnavutluğa, Yunanistan’a ve İstanbul’a uzanan bir yolculuğun hikayesini anlattı bana.

Dinlerken kıskandığımı fark ettim. Hasetimden çatlamak değildi bu ama! Kıskandım, çünkü biliyorum ki ben hiçbir zaman sahip olduğum her şeyi bırakıp bir sırt çantası ve düşlerimle, el yataklarında işsiz güçsüz aylar geçiremem. Benim tatilim haftalıktır: giderim, gezerim, içerim, yerim, dönerim. Kıskandım, çünkü o kadar cesur değilim. Hayallerimde seyyah olmak var ama hayallerimi gerçekleştirecek cesaret yok içimde.

Alıp başımı gitmek istiyorum; hem bulasım var kendimi yollarda, hem de kaybedesim adımlarda.

Gitmek… ama niye? Uzun zaman önce öğrendim gitmenin kaçmak olmadığını. Gidersem herkesi ardımda bıraktığımı sanırken, aslında hepsini yanımda götürdüğümü...

Gitmek içinde yepyeni şeyler uyandıran bir devinim ama. Yas sezonluk bir duyguysa, güzü bahara çeviren güç gitmek aynı zamanda. Gittiğinde herkesi götürsen de yanında, döndüğünde ne sen eski sensin, ne onlar eski onlar. Tekrar kaynaşmalı, bir olmalısın; emek göstermelisin.

Fotoğraftaki çocuk Jordan, yanındaki kız blogumda bir çok çizimini gördüğünüz on senelik dostum Derya; en boktan zamanımdan en mutlu zamanıma, kavgalı da olsak can ciğer kuzu sarması da, hep yanımda olmuş nadir insanlardan.

Biz küçük bir hayal büyüttük bugün. Tek bir cümleyle başladı bu hayal, şimdi reddedemeyeceğimiz kadar güzel. Bu yaz sonu, yıllık izni aldıktan sonra iş yerlerinden; otostopla Yunanistan’a gidiyoruz. Otellere para vermiyoruz, Couch Surfing’den bulduğumuz, bize sığınacak liman olacak insanlarda kalıyoruz; insan tanıyoruz, seviyoruz, paylaşıyoruz, biriktiriyoruz, büyüyoruz, büyüyoruz, kocaman olup taşıyoruz.

Yas sezonluk bir duyguysa ve gitmek vakti ilacıysa eğer yasın; gitmenin hayali o ilacın rahiyası, bir hayal bile iyi ediyor insanı.

Alıp başımı gitmek istiyorum; bu kez sevdiğim herkesi ve her anıyı sırt çantama sığdırıp, omuzlarım üstünde onları taşıyarak; döndüğümde farklılıklarımızı paylaşıp daha da çoğalarak.

Mutluyum.



---- 


*: Murat Menteş'in Korkma, Ben Varım adlı kitabından
Görsel: Derya ve Couch Surfing aracılığıyla tanıştığım Jordan ; Mecidiyeköy'de kahvaltı.

10 Aralık 2010 Cuma

Aşk Tesadüfleri Sever, Ben Mehmet'i.



**  Dünya çapında, insanlar Jacob ve Edward Team oluşturadursun ben Mehmet Team’deyim. “iyi” de deseler, “boktan” da deseler gidip görürüm Aşk Tesadüfleri Sever’i. Zaten son günlerde Mehmet Günsür hakkında fena rüyalarım var. ÇOK FENA.

**  Hüner Coşkuner ne içtiyse ondan istiyorum. İddialara göre Wikileaks’in henüz açıklanmamış belgelerinde bu konuya da değiniliyormuş ama, bence Hüner Coşkuner kafası, “Ben Tekim!” diyen Melek Yargıcı kafasıyla beraber bu ülkenin sahip olacağı en güzel kafalardan. Bu Cumartesi yeterince içebilirsem, “Ben bakirim!” diye bağıracağım Taksim’de! Kılıçdaroğlu belgelerle gelse bile, İSPATLAYABİLİRİM.

**  Elif Şafak’ın Firarperest’ini okuyorum. Roman, öykü ve çizgiroman okumayı seviyorum ben; nadiren de şiir. Bu kitap deneme olduğundan mıdır bilemedim ben onu ama okurken haz alamıyorum. Okumuş olmak için okuyorum. Üzdün beni Şafak, öptümkibbye.

**  Geçtiğimiz günler boyunca televizyon karşısında ağladım ben, bunu sömürü olsun diye söylemiyorum, bildiğin, oturup, hüngür hüngür ağladım. O yüzden artık izlemiyorum ana haber bültenlerini, gazeteden okuyunca daha az bozuluyor sinirlerim. Öğrencilerin yediği biber gazları, ağzı burnu dağıtılan o çocuk, bebeği dayakla düşürülen genç kız, halkımızın kızın dayak yemesini değil, bebeğin gayrimeşru oluşunu eleştirmesi, “dayağı haklı gösterme” çabası… Hepsi, her şey kanımı dondurdu. Neticede, Burhan Kuzu’ya atılan yumurta ve tuvalet kağıtlarını çok şık buluyorum. Ama konfetilere yazık olmuş. O öğrencilere “ Yumurtaları atacaklarına yeselerdi, biraz beyinleri gelişirdi, beyinsiz bunlar!!” diyen Burhan Kuzu: sana laflar hazırladım.

**  Bugünlerde bana inme değil, indie iniyor. Sevdiğiniz indie gruplarından örnekleri, yorum bölümüne yazsanız, şu fakiri sevindirseniz, bence on numero olur.

**  Ders çalışmaktan Road Runner hızıyla kaçtığım günler ardından, bu yazıyı bitirince teze devam etmeyi planlıyorum. Hepinizi bal gıdıktan öpüyorum.

7 Aralık 2010 Salı

Kelimeler Kifayetle Boğuluyor - MİM





Beenmaya mimlemiş beni, o mimler de ben yazmaz mıyım? Kelime kelime mimmiş konumuz. Buyrun:

*Felsefem: “Seveni skerler, skeni severler.” – ve ben hep sevenim lan.

*Hayat: Ya geçmişi anarak ya da gelecek için planlar kurarak yaşadığım şey. Carpe diem, canımsın ama ellerinsin.

*Çocukluk: Hala içinden tam anlamıyla çıkamadığım, artık çıkmak istediğim, hayatımın ne kadar sorumsuz olursam olayım suçlanmadığım için sevdiğim ama bir yandan da kendimi kabulleniş aşamasında çok zorluklar yaşadığım için nefret ettiğim dönemi.

*Güneş: Adana haricinde gittiğim her yerde sevdiğim şey.

*Gözler: Elif Şafak der ki: “Göz dedikleri şey şu hayatta tekmil gördüklerini unutmayı becerebilir de, görüldüğünü bir türlü çıkaramaz aklından. Şahitler olmasa geçmişini unutabilir insan. Şahitler varsa iş değişir. Çünkü onların her bakışı bir itham, varlıkları unutmaya engeldir.” Elif Şafak, gözümsün ama sen de ellerinsin, hem de çoluklu çocuklu.

*Yıldızlar: Bana gore hepsi ayı; ha küçük ha büyük.

*Güzellik: Görecelidir. Beni bile güzel buluyorlar, öyle düşün. LOL

*Sevgi: Her aşk bitermiş bir gün bildin? Heh, aşk bittiğinde kalan şey.

*Aşk: Objelere duyduğumuz his. Ben herkesin aşka aşık olduğuna inanıyorum. Gidenin ardından çektiğimiz onca sıkıntı, gidende değil; yaşadığımız şeylere olan özlemimizde saklı. Ne zaman yeni bir aşka yelken açıyoruz peki? Bizi mutlu edecek bir başkasını bulduğumuzda. Zor olan, o kişiyi bulmak. Bir kere tatmışsan aşkı, yeni bir aşka kadar, öncekinin aşkından kalanlarla kavruluyorsun, yanıp kararsan bile.

*Müzik: Fonda olmadığı müddetçe yarım hissettiğim şey.

*Dost: Dost dost diye nicesine sarıldım… İyi ki sarılmışım.

*Para: Para her şey değil ama her şey için lazım. Parayla saadet olur mu? Olur. Paran olmayınca, babayı alırsın.

*Zaman: Zamanın yaraları sarıp iyileştireceği hikayesi külliyen yalan. Zaman sadece üstünü kapatıyor yaranın, incecik bir kabuk gibi. O kabuk en ufak darbede kopup gidiyor, ardından kan, revan, falan, filan.

*Erkekler: Candır. :)

*Ağlamak: Sulugözüm ben. Ama artık mahrem benim için ağlamak. Arada dellenip bloga yazıyorum zırlarken, sonra “emosun olm!” deyip siliyorum. Dün yaptım, oldu.

*Deniz: ‘den babam çıksa yemem.

*Ayna: Bakınca 123 yaşında, kel ve obez bir adam gördüğüm şey. Aynaları sevmiyorum.

*Hayal: Hayatta ilerlememi sağlayan şey. İdeal hayalim, bildiğin Anadolu kadını hayali. Evlenmek istiyorum. Nikahıma tüm sevdiklerim gelsin, annem zırıl zırıl ağlasın, piyanist şantör eşliğinde değil disskodissko modunda eğlenelim, pembe panjurlu evimde eşimle, evlat edindiğimiz kızımız ve Zeus adlı köpeğimizle mutluluklara yelken açalım. E, tabii Türkiye’de zor. Türkiye’de yaşamaktan kim bahsetti ki zaten?

Mimi –yazmama özgürlüklerini kendilerinde saklı tutarak- 2 kişiye paslıyorum. Brajeshwari ve Mitsubüşü. Ne patlatacaklarını çok merak ediyorum.

Sevgiler.

- -

Görsel: Derya, hep Derya.

5 Aralık 2010 Pazar

Beni Uzaklara Götüreceğini Söyledi, Sorunları Çözeceğimizi*



- Fun Facts demek istiyorum ama okuyacaklarınız ne fun, ne de facts. -

- - Bat For Lashes, benim dinler dinlemez sevdiğim nadir gruplardan.
- - What's a girl to do, Daniel ile başı çekerek, en sevdiğim şarkılarından.
- - What's a girl to do'nun klibi bence en başarılı klipleri.
- - Hetero olsam ilk olarak grubun solisti Natasha Khan'a verirdim... dsakjhsdakd ya da öyle bir şey.

Klip "öyle", sözler "şöyle":

We walked arm in arm but I didn't feel his touch
A desire I'd first tried to hide, that tingling inside was gone
And when he asked me, 'Do you still love me?', I had to look away
I didn't want to tell him that my heart grows colder with each day

When you love so long that the thrill is gone
And your kisses at night are replaced with tears
And when your dreams are on a train to train wreck town
Then I ask you now, what's a girl to do?

He said he'd take me away, that we'd work things out
And I didn't want to tell him, but it was then I had to say
Over the times we've shared it's all blackened out
And my bat lightning heart wants to fly away

When you love so long, that the thrill is gone
And your kisses at night are replaced with tears
And when your dreams are on a train to train wreck town
Then I ask you now, what's a girl to do?

Böyle görllü mörllü şarkılar normalde beni açmaz, ama seni seviyorum Natasha, bebeğimsin.

Pazartesi sendromunun minimumda tutulduğu bir gün hayal ediyorum. Bu hayali gerçekleştirenlere ne mutlu; yarın 7de kalkacağım, sksen mutlu olamam.

Öperler.

3 Aralık 2010 Cuma

Olimpos'a Çaya Giden Ra.




Eskiden, henüz yumurta kapıya dayanmamışken, akademik heyecanla sarıp sarmalanmamışken, babamın beşiğini tıngır mıngır sallamazken ama boş zamanım çokken; Yeşilçam’daki anlamıyla “herkesle sevişmek” isteyen bir Onur vardı. Hayat sevince güzeldi, sevince tatlıydı günler; o yüzden herkesi severdi, ama herkes de onu sevsin isterdi. Adamı kadını fark etmez, dostluğun tohumları atılsın, tohum serpilsin, hemen büyüsün, hemen olgunlaşsın diye bol kepçeden boş zamanını itinayla ayırırdı etrafındakilere. Başbaşa buluşmalarda fevrice açıyordu sırlarını, fevrice istiyordu sırları, hatmediyordu bildiklerini. Hayat güzeldi gerçekten de, herkes “sevişmekteydi.”

Şimdi, arada sırada evden çıkıp dost muhabbetlerine scuba diving yapmak istediğim zamanlarda, kendimi Olimpos’a çaya gitmiş Ra gibi hissediyorum; Olimpos’da olan biten her şeyi kaçırmışım meğerse, zaman akıp gitmiş bensiz, yokluğum az kişi tarafından hissedilmiş. Anlıyorum ki, şimdi yokluğumu hissetmeyenler, aslında öncesinde de varlığımı hissetmemiş. Oysa pembesi gitmiş, tozu kalmış hayallerimde (n’aber Akalın?), herkesle dosttuk, kardeştik, vazgeçilmezdik, falandık, filandık.

Bilmiyorum bu yüzden mi, hayatımdan insanları çıkarmak çok kolay artık benim için. Eskiden her gidenin ardından günlerce ağlardım, şimdi o kadar çok kişi arkadaş, o kadar az insan dost ki benim gözümde, gidenlere üzülmüyorum. Kalan arkadaşlarla zaten “Selam, nasılsın, okul nasıl gidiyor, havalar da pek sıcak Aralık için.”

Önceden, ne kadar canımı acıtırlarsa acıtsınlar, sevgiyle uğurlardım gidenleri; şimdi elimizde kalan kokuşmuş dostluk/sevgililik pastasını, üstünü o an aklıma gelen tüm zehirli kelimelerle süsleyip, mumlarını yakıp, ellerine tutuşturup “öptümkibbye” diyerek uğurluyorum. Onlar diyor ki çok canım yanacakmış sakinleştiğimde… Hayır diyorum, bunca zaman sustum, siz yine de hakaret edip gittiniz; hiç kusura bakmayın beyefendi/hanımefendi, siz bu sözlerin katmerlisini hak ettiniz.

Eskiden insanlarla tanışmak çok kolaydı benim için. Gittiğim her ortamda, hemen herkesle kaynaşırdım. Blogtan tanıştığım insanlar sanırım bunun en iyi örneklerinden, ve onların tanıştırdıkları, ve onların tanıştırdıkları. Ama şimdilerde o kadar zor geliyor ki yeni insanlarla tanışmak, o kadar korkutucu ki benim için, kabuğuma çekiliyorum. Zaman yok tohum atmaya, tohum atsak bile büyütmeye zaman yok; gücüm yok, dermanım yok kendimi anlatmaya… Diyelim ki VAR; hadi canımı yakarsa onlar da, onlar gibi?

Eskiden anlayamazdım, hep yaşlandıkça etrafımda daha çok, daha çok insan olacak sanıyordum… Şimdi anlıyorum ki az ve öz’ü arıyorum. Şimdi anlıyorum ki temel atmak için her gün araşmak gerekmiyor, her gün konuşmak… Ra olarak da Zeusla dost kalabilirim, yılda bir buluşuruz ama buluşunca o bir yılın acısını çıkarabiliriz; iki gönül bir olduktan sonra; bize her yer kutsal dağ, bize her yer Mısır.

Bunun yanında, tartışarak bittiği için gerçekten üzüldüğüm insanlar da var. Tüm bu anlattıklarımı ilk fark ettiğim günlerde, gazabıma uğrattığım, karşılığında gazabına uğradığım kişiler. Günün birinde, karşılaşınca, sarılacağız ama onlarla, farkındayım bunun; eminim ki, onlar da farkında… ;)

Hakedene gönlümü açmayı, herkesle dost/sevgili değil, kimiyle sadece arkadaş kalabilmeyi, tanıştığım insanlarla şipşak değil yavaşça ilerlemeyi, herkesin beni sevmek zorunda olmadığını, sevenlerin de benim onları sevdiğim kadar sevmek zorunda olmadığını yeni yeni öğreniyorum ve bu öğrenme süreci beni çok yoruyor.

Sanırım, ergenliğim herkesten çok daha uzun sürdü, gerektiğinden fazla. Hala da sürüyor, ama ben artık çocuk kalmak yerine büyümek istiyorum, hayatımda ilk defa.

Sevgili Olimposlular ve henüz tanışmadığım Asgardlılar; arada Mısır’a gelin, bir tavşan kanı çayımı, bir biramı için.

Öpüyorum.

- -

30 Kasım 2010 Salı

Düş, Kırığı, Tutkal ve Akşam Yemeği




“Hadi,” diyor kolumdan çekiştirirken, “geç kalıyoruz!”. Dar ve karanlık o sokakta ilerlerken, gittiğimiz barda çalan müziğin dumtısdumtısları geliyor kulağıma… İki karaltı kapının önünde bekliyor, meşhur barın meşhur puan vericileri: on üzerinden yedinin üstünde bir puan alırsan içeri alınıyorsun; altındaysa puanın, yalnızca puanı ve babayı alıyorsun. Daha üç dakika önce tanıştığım ve eline 50 lira saydığım o afet çocukla çift gibi gidiyoruz bara, çiftsen çiftliğin üzerinden alıyorsun puanı çünkü. Elimden tutuyor, irkiliyorum. Biz ilerledikçe karaltılar belirginleşiyor, en ve boy (ve kimbilir başka hangi alanlarda) benim iki katım olan; kel ve Malkoçoğlu bıyıklı iki adama dönüşüyor.

Dumtıs, kapıda bekleyen iki izbandutun önüne varıyoruz. Çocuğun eli belimde şimdi, dudağıma bir öpücük konduruyor, “Merhaba!” diyor izbandutlara, izbandutlar sessiz, tedirginiz. Dumtıs, izbandutlar bizi tırnak uçlarımızdan şampuan tercihimiz farklı olsaydı da değişmeyecek yıpranmışlıkta saç uçlarımıza kadar süzüyor, onlar bizi süzerken biz ikisinin de şaşı olduğunu fark ediyoruz. Dumtıs, soldaki adamın sol gözünden bize on üzerinden sekiz buçuk verdiğini seziyorum, sağdakinin sağ gözüyse yedi buçuk veriyor. Dumtıs, soldakinin sağ gözü, sağdakinin sol gözü üstümde. Dumtıs, kalan gözler “Sen buçuksun,” diyorlar bana, “ancak buçuk olabilirsin. Yanindakinden dolayı giriyorsun içeri, hadi yine iyisin.”

Tüm mülayimliğimle kalan puanları iyi olanın kazandığına hükmediyorum, kapı açılırken ani bir refleksle yirmi üç senedir herhangi bir şekillendirici görmemiş saçlarımı ellerimle karıştırıyorum. Kötü görünüyorlardı, hala kötü görünüyorlar.

Kapı arkamızdan kapanırken ve ben çalan şarkıyı bilmezken, içeriye göz atıyorum. Uzun-kısa, zayıf-kilolu, kel-uzun saçlı, giyinik-çıplak, kadınsı-maço… her çeşit erkek var içerde. Bu benim burada ilk gecem, o karşı konulamaz kabul görme isteğiyle saçlarımı bir kere daha düzeltmeye çalışıyorum ama nafile, tarih tekerrürden ibarettir.

Zamanı durdurma özelliği varmış kapının. Kapı kapanıyor: müzik duruyor, dans edenler duruyor. “Arkadaşım” kalabalığın arasına karışıyor. Şimdi herkesin yüzü bana dönük, herkes bana bakıyor. Gözlerinden tiksinti damlıyor, yere düşüyor, sel oluyor, bana akıyor. İlgi görmeyi sevsem de, ilgi çekmeyi sevmem - olumlu ya da olumsuz. Rahatsız oluyorum, kalabalıktan rastgele birinin ayakkabısına odaklıyorum gözlerimi.

Neden müzik durdu? Neden odaklandığım ayakkabıların sahibi haricinde kimse hareket etmiyor? Neden ayakkabılar bana doğru geliyor? Neden önümde durdular? NELER OLUYOR?

En yanakları sıkılasıca yüz ifademle gülümseyip, gözlerimi “Aramıza hoş geldin.” diyeceğini umduğum adamın ayakkabılarından gözlerine çeviriyorum. Ve ilk yumruğu ‘duyuyorum’; evet, görmüyorum, duyuyorum.

“Eşek Sudan Gelmez” adlı bir grup düşün, ben o grubun bateristiyim, grup şarkıya başlamak için benim davula vurmamı bekliyor, davul benim elmacık kemiklerim, bagetlerim adamda, yumrukları baget… Kıssadan hisse, yumruk elmacık kemiğime çarpıyor, elmacık kemiğim kırılıyor ve şarkı start alıyor, ne hikmetse: Joan Osbourne, One of Us.

If God had a name what would it be and would you call it to his face?:

Günün menüsü Dayak’tı ve başlangıçlar servis ediliyordu. Olayların gidişatından dolayı şoka girmiş vaziyette, uslu uslu, yumruklarımı yiyordum – ve kimse afiyet olsun demiyordu.

Yeah, yeah, God is great:


Ara sıcaklar böğrümdeki diz kapağı ile başladı, yemeğin ağırlığıyla dizlerimin üstüne düştüm. Doymuştum, ama aşçılarım Türk’tü: “Vallahi olmaz, bir porsiyon daha…” diyen bir milletin yeni tohumları. Ana yemeği çatlasam da, patlasam da, yemeliydim.

What if God was one of us?

Ana yemek boyunca, boylu boyunca yerdeyim. Burnum kanıyor, kan tükürüyorum.

Just a slob like one of us

Yüzüme gelen bir tekme ile dişlerimin ikisi havada uçuşuyor.

Just a stranger on the bus

Gözlerim kanlandı, artık dünya kocaman bir darkroom, ama burada sadece dayak yiyorum.

Tryin' to make his way home?

“Yeter, lütfen, yeter…” diyorum, ama Joan Osborne sağolsun, kimse beni duymuyor.

Senin anlayacağın, değerli okur, dört dakika on beş saniye boyunca, dayak yedim. Nasıl bayılmadım, inan ben de bilmiyorum. Şarkının sonlarına doğru yavaşladılar. Şarkı bittiğinde durdular. Ve tatlımı gördüm:

1.85 boylarında, iri yarı ve topuklu giymiş bir adam bana doğru catwalk yapıyordu. Ritmimiz apartman topuklarının taktuklarıydı şimdi. Yanıma geldi, topuklarından birini yanağıma bastırdı ve yüzüme eğildi:

“Bana bak ibne,” dedi; “eğer o suratını burada bir daha görürsek, bu sefer yiyeceğin şey yumruk olmaz, bilmem anlatabildim mi? Sen bizden değilsin, seni aramızda istemiyoruz ve bu son uyarımız… Anladın mı?”

Evet demeye çalıştım, beceremedim. Neye, niye evet dediğimi bile anlayamamıştım. Bir şarkı hayatımı değiştirmişti, şimdi sudan çıktığı yetmemiş gibi kızgın tavaya düşmüş bir balık kadar şaşkındım; çırpındıkça, daha çok yanacaktım.

“Ayol anladın mı dediiim?” dedi apartman topuklu kaslı maçomtrak, topuklarını yanağımın içine içine bastırarak.

Başımı salladım.

“İyi, şimdi siktir ol git buradan.”

Üzerine Meydan Larousse atılmış bir karasinek kadar ezik ve cılkı çıkmış bir vaziyette yerde yatıyorum. Fonda Demet Akalın’dan Evli Mutlu Çocuklu çalıyor. Çığlıklar, sarılmalar, öpüşmeler, yiyişmeler; nakarat geldiğinde hepsi parmaklarını havada tutup sayıyorlar; bir: evli, iki:mutlu, üç:çocuklu. Sol tarafımda eğlence var, öteki tarafımda ‘öteki taraf’; beni bekleyen zebanilere bir selam çakıyorum, arkalarında sonradan Lut kavminden olduğunu öğreneceğim şirin bir çocuk bana el sallıyor. "Demek ibneler gerçekten de cehenneme gidiyormuş; bir sürü çıplak erkekle sex & drugs & rock'n'roll, yaşasın!" diyorum içimden.

Sonrası karanlık... ve ayıp.


Bu yazı, geçen Cumartesi Tekyön’de geçirdiğim ve orada olduğum süre boyunca komplekslerimle boğuştuğum, kendimi bir türlü “ortama” ait hissedemediğim, etrafımdaki insanları gözlerimle acımasızca eleştirdiğim, "Ben mi kendimi çok matah görüyorum yoksa gerçekten eleştirilerim yerinde mi?" diye kendimi sorguladığım bir gece ardından, tepeden tırnağa sarhoş bir vaziyette eve gelip sızdığımda gördüğüm rüyanın üstüne yazılmıştır. Bir süre Tekyön’e gidebileceğimi sanmıyorum, kimse de beni özlemeyecek zaten. Sevgiler, yurdum gayleri! Hayalim üç kelime, o da şöyle...


- - -

Görsel: Derya'nın İskambil Kartları Serisi'nden sinek ası, sağol bebek.

26 Kasım 2010 Cuma

Absinthe Şişesinde Sazan Olsam.





Hayatım boyunca hep ortalama bir tip oldum ben sanırım. Yolda yürürken karşı karşıya geldiğimizde bakıp gözlerinizi kaçıracağınız kadar çirkin olmadım hiç, gözlerinizi üzerimden alamayacağınız kadar yakışıklı da olmadım.

“Taşşş.” mertebesindekileri her zaman kıskanmışımdır, ne yalan söyleyeyim. Benim “Life, the Real Deal” adlı oyunda atlayabildiğim en yüksek level “Çok Sempatik.” oldu bugüne kadar. Bir level daha atlamak için 40 fırın ekmek yemem, ya da bu durumda 40 kat experience kasmam gerekiyor ki, L’impossible!

Bazen fena-sosyal arkadaşlarımın facebooklarında bazı çocuklar görüyorum. Merak edip, girip bakıyorum. 3 sene önce ne imiş kendileri, şimdi ne olmuşlar şaşırıyorum. Mesela Mehmet Günsür de buna en iyi örneklerden biri okur. İlk fotoğrafta günahımı vermeyeceğim o çocuk, sihirli bir lambadan seks cini çıksa ve bana “Dünya üzerindeki herhangi bir erkekle yatmanı sağlayacağım, seç.” dese seçeceğim (ve vereceğim) tek herif olmuş.

(Seks cini iyi bir fikir bu arada. Bence pornosu yapılmalı.)

“Çirkin kadın/erkek yoktur, az votka vardır.” derler ya… Absinthe şişesinde sazan olsam bana yine herkes taş olur, ama absinthe’i bitirene ben yine sazan kalırım gibi geliyor.

Komplekslerden kompleks beğeniyorum son günlerde. Aynaya baktığımda bana bakan adam 50 yaşında, obez ve kel; hatta adamın burnu da yamuk.

Oysa daha 23’üm, hayatımın baharındayım falan. (Boyum 1,81 kilom da 77 galiba, 1.50ye 123 sanma.)

Hayat değil de, gay komünü acımasız galiba blog...

Kısmet.

22 Kasım 2010 Pazartesi

Zeki Müren de Beni Görüyor!





Sanki elime 0-3 yaş için bir puzzle tutuşturmuşlar da, çözemiyormuş gibi aciz hissediyorum kendimi. Sanki hayatımın tuzu biberi hep göz kararı atılıyormuş da; o göz 7,5 derece hipermetropmuş, 5 de astigmatı varmış gibi. Ya eksik ya da fazla.

Bu kadar eziyoruz ama YeKa ne kadar da can sözler yazıyor, “Beni beğeneni ben (ben) beğenmem, benim beğendiğim ise beni beğenmez.” gibi.

Seviyorum, sevilmiyorum.

Sevmiyorum, seviliyorum.

Merhaba, ben zurna.

20 Kasım 2010 Cumartesi

Bu Kafa, Neyin Kafası?




Bu yazıya Nouvelle Vague - Too Drunk to Fuck'dan başka bir şarkı gitmezdi.

Az önce eski sevgililerimden biri, eski sevgililerimden biriyle yatmayı çok özlediğini böyle rahat rahat söyledi. Zaten eski sevgililerimden biri ile eski sevgililerimden biri de eski sevgiliymiş. Anlamadıysan, "veriş" çizelgesi yukarıda ey okur.

Bu kafa neyin kafası? Ben istemiyorum bu kadar rahatlık falan. I'm too drunk to fuck bildiğin. Gay komünü büyük, dünya küçük; n'apıcan mecbur diye avutmaya çalışıyorum kendimi.

Sinirliyim.

... Skerler.


19 Kasım 2010 Cuma

Çok Fazla Şey Beklemiyorum Aslında, Valla.



Merhaba Yareppim,
bana böyle bir orman, Miyazaki filmlerinden fırlamış gibi görünen yanaklarısıkılasıca yaratıklar, bir de şu çocuktan versene? İşte o zaman "Tanrım, bana 3 tane..." diye sözler içeren şarkıyı söylemeyeceğim, üçün beşin hesabını yapmayacağım, yeminle.
Sevgiler,
Feanor.


18 Kasım 2010 Perşembe

Hayatımı Yazsam Anca Leman Sam Şarkısı Olur.





Dün gece, hiç tanımadığım bir erkeğe, sırf sana benziyor ve sen kokuyor diye, usulca sokulup merhaba dedim.

Tanıdık bir huzur aradım, çaldığı en kaliteli müzik Demet Akalın'dan ve Hande Yener'den olan o barda – üstelik şaşkın da bakmıyordu, yanına neden geldiğimi biliyordu zira.

Tuttu beni, çekti kendine.

“Anladım ki hiç kimse, hiçkimse sen değil; hiçkimse senin kadar iyi öpüşemiyor.” diyemem, çünkü öpüşüyor.

“Anladım ki hiç kimse, hiçkimse sen değil; hiçkimse senin kadar iyi saramıyor.” diyemem, çünkü sarıyor.

Öpüştük işte; iki sene boyunca uyurken içime çektiğim o koku eşliğinde, gözüm kapalı; onla değil seninle öpüştüğümü hayal ederken buldum kendimi. Nitekim bitti gece, çıktım bardan. Oturdum sokağın bir köşesine… Ağladım sabahın beşinde; bardan çıkan gayler, travestiler, transseksüeller ve lezbiyenler eşliğinde. Umursamadım, ağladım.

“Anladım ki hiçkimse, hiçkimse sen değil; hiçkimse senin kadar canımdan öte can değil.” diyorum. O sadece dudaktı, sadece kokuydu; sadece tendi.

Bunca yıl sonra hala sen akıyorsun gözümden... Yetmedi mi?

17 Kasım 2010 Çarşamba

Süreya.





...

Laleli'den dünyaya doğru giden bir tramvaydayız
Birden nasıl oluyor sen yüreğimi elliyorsun
Ama nasıl oluyor sen yüreğimi eller ellemez
Sevişmek bir kere daha yürürlüğe giriyor
Bütün kara parçalarında
Afrika dahil

...

- - -

Fotoğraf: Linköping kışından bir kare.
Şiir: Cemal Süreya - Üvercinka

16 Kasım 2010 Salı

Kavga Etmez, Sker Beni Romeo.




Tezim, ödevlerim, projelerim ve bitmek bilmeyen vizelerim ile beynimin ‘fatal error’ vermesine ramak kala tatilin geldiği şu güzide günlerde, zamanın ötesinden editli haliyle gelen bir cümlecik yankılanıyor beynimde: “Her ibne gaydir, ama her gay ibne değildir.” Doğru aslında. Kısmen… Yersen.

O kadar yalnızım ki zırt pırt arayıp “Aaaaabiii, beni seeeev” dedikten sonra kapatan bir telefon sapığım olsa, hayatımın ikinci baharını yaşayabilirim. Ama telefonum sessiz, ama telefonum öksüz.

Bugün Mine Vaganti'yi izleyip salya sümük ağladım. Riccardo Scamarcio, aşkımsın.

Benim en iyi dostum LastFM şu sıralar. Kendisi bildiğin can. Ufkumu 123 derece genişletti sağolsun.

Eğer bu çarşamba Taksim’de alkolün verdiği bilinçsizlikle “Hayat sevince güzel, sevince tatlı günler” diye şakıyan, bir yandan da Moloko’nun Forever More klibindeki dansı yapan bir erkek görürseniz, işte o benim. Haydi elele verip “Ne olacak bu Türkiye’nin hali?” dediğimiz içki masalarından, “Let there be love!” diye haykırdığımız Taksim sokaklarına süpersonik bir yolculuğa çıkalım, sahalara dönelim ulan!

Hepinizi bal gıdıktan öpüyorum. Eğer yeterince sarhoşsam bir dudak bile verebilirim. Gelirsen ara beni pala beni. Evet. Pala.

Öperler.

9 Kasım 2010 Salı

I Want You to Notice When I'm Not Around.




Bazen kendimi inanılmaz gerizekalı hissediyorum.
Sonra ağlıyorum.
Geçiyor.

Kimse anlamıyor, ama canım yanıyor.

Muhterem anlamayanlar; "... for English, press 9."

- - -

* Fotoğraf; Semih Kaplanoğlu, Yumurta, Giriş Sahnesi.

6 Kasım 2010 Cumartesi

"4S" Kuralına İnanmıyorum, Ama Bir Güç Var.



Çin’de yaşayan herkes aynı anda zıplasa 6.789 şiddetinde deprem olur muydu bilinmez, ama yaşadığı 4duvar1çatı arası ancak Çin’in tüm güzide vatandaşları aynı anda tüttürse bu kadar dumanaltı olabilirdi. Sol yanında Süreya, sağ yanında Nescafe, önünde odadaki tek ışık kaynağı dizüstü, ardında tüm ihtişamıyla Lord Soth posteri… dünyanın merkezine olmasa da, kendi evreninin merkezine ufak çaplı bir yolculuk yapmıştı.

Cebinde bir titreşim; bir uzun, iki kısa, bir uzun, iki kısa.

Mors alfabesi: TITI, Cep alfabesi: O.

Mor halkaların üstündeki gözleri döndü telefon ekranına...

MESAJ: “Beni özledin mi?”

(Tıkırtılar)

MESAJ: “Hayır.”

Uzanıp kahvesinden bir yudum aldı. Sade. Sert. Şekersiz. Siyah. Soğuk. “Kahven gibisin.” dedi. Kendine, kendi kendine.

MESAJ: “Beni seviyor musun?”

(Bu bir röportaj olsaydı buraya (Gülüşmeler) yazılırdı herhalde – ama değil.)

(Tıkırtılar)

MESAJ: “Hayır.”

Burada arka planda çalan şarkıya değinmek lazım. Herhangi bir mesaj içerdiğinden değil, içermediğinden de değil. Doğru yerde, doğru parçaydı sadece.

(Kaderin oyunları)

ŞARKICI: Tina Dico.
ŞARKI: He Doesn’t Know.

SÖZLER:

Love wasn't nearly enough in the end ,
Please, will you tell him again

That I hurt myself more than I ever hurt him
I wasn't as distant and cold as I seemed
I was lost all the way into my bones
I don't think he knows

Kayıptım. Kayıptın. Kayıptık. Tek şarkısını bildiğim bu kadın bile şu anda bunu bilirken, senin bilmemen trajikomikti. İronikti. Falandı. Filandı.

Mesaj atmadın, mesaj atmadım. Bitti; diğerleri gibi ama diğerlerinden daha çabuk, daha özensiz, daha baştan savma. İlişki düzenim şu kısır döngü üzerine kurulu artık, az önce öğrendiğin gibi:

Mesajlaşmak, telefonları almak, facebook’dan ekleşmek, tanışmak, konuşmak, sevişmek, konuşmak, sevişmek, konuşmak, sevişmek (x2) (hadi bilemedin x3 daha), bitirmek, telefondan silmek, facebook’dan silmek. Bu kadar.

(Yaşı -18 olan okurlar için burada koca bir BİP çok iyi, çok da güzel olur.)

ANLAMADIN:

Ben sevdiğim için sikilmiyorum sevgili(msi); sikeni seviyorum.
Sen de beni, sadece seni siktiğim için seviyorsun.
İlişki(leri)miz küfürbazlık üzerine kurulu - ve softcore BDSM.

Yani… Hadi, kendine iyi bak, hoşçakal.

KISACA: Öptümkibbye.

İMZA: Onur-umsu.


(İşbu yazı yazarın sadece ruh halini yansıtmaktadır. Zira kendisi götünü yırtsa bu kadar piç olamaz.)

18 Ekim 2010 Pazartesi

Bana Hiçbir Şey Seni Hatırlatmıyor...du.


Ne fotoğrafım var bu yazının başına koyabilecek, ne de ilgi çekecek bir cümlem. O kadar yabancılaşmışım ki Çocuk için yıllar boyu ağlayan Onur'a, kanayan yaralara, göğsümün sol köşesindeki ince sızılarasdfasfasdsafg.

OF ULAN! Kan/sızı/yıllar boyu ağlamak..? Tanrım, 23+ yaşımda, içimde ergen bir emoyla yaşıyorum. Arada bir kafasını uzatıp selam ediyor, görmeyin/duymayın; n'olur!

Çikolatalı gofret tadında değil elbette ki hayat. Çok şey değişti ve çok şey değişmedi.

- Ve mesela; yazıya şöyle de giriş yapabilirdim:

"Merhaba, ben kendini hala İsveç'de İsveçlilerle zanneden o gerizekalı. Naaaber?"

Yapmadım.

Suratıma öyle bir Newton cinsinden, "Okkalı Osmanlı Tokadı" şiddetiyle patladı ki "Mal, Türkiye'desin!" gerçeği; durmak zorunda kaldım.

Ama Hormonlu Domatesleri verdim efendim; Onur Haftası'nda dans ettim salsa korteji ile İstiklal boyunca; tiyatrolara gittim, film gösterimlerine gittim.

Yani Oradaydım.Dık.Dınız.Dılar; kamera mı çekiyordu? Koymalıydın g.tüne!

Tüm bunlar, durmadan önceydi.

Yor(ul)dum.

İçimde harıl harıl yanan aktivistlik alevi, Türkçe konuşmama rağmen bana Fransız muamelesi yapan ve kendilerince Hayat Üniversitesi diplomalı ve doktoralı Psikolog / Psikiyatrist şeysileri tarafından üzerine işenerek söndürüldü. Geriye isler içinde; "Gideyim de, ne olursa olsun..." diyen yurdum genç gayi kaldı.

Gidene kadar hep destek, tam destek! Ama gitmek mi, kalmak mı? Öeh. Skerler.

Arkamdan "Kendisi iyi de, çevresi kötüydü." derler, bırak desinler. Çevrem kötüydü benim ama; gönüllerin gayi idim; kodum mu?

Laf lafı açtı, nereden nereye...

Bana hiçbir şey seni hatırlatmıyor...du blog. Çocukmuş, falanmış filanmış; bunca tez/proje/sınav/yükseklisans/iş/spor/erasmusSonrasıAlınanKilolar varken; Çocukmuş-mocukmuş; o-hoooooo!

Arada geliyor aklıma. Seni kandırmaya çalışarak kendimi kandırmaca yapmamalıyım. Ama acıtmıyor artık.

Bu blog Çocuk kusmak için açıldı. Elimden geldiğince uzak duruyordum o yüzden.

Ama bugün biri mail attı bana. Blogumu okuyan biri. "Bir şeyleri değiştirdin!" diyen biri. Benim yüzümden/sayemde tekrar blog işlerine geri dönecek biri. Bu kıytırık temalı, bazen hat safhada emo olabilen blog, (sen yani lan, ben yani!), birinin hayatında birden çok şeyi değiştirdi. O biri beni buldu arayıp. Bana mail attı sonra. Buradan değil ama, göreceğimi bildiği yerden. Ve ben gayet 32 dişimi göstererek okudum.

Bu sayfayı açmalıydım, bu hesaba girmeliydim, bu satırları yazmalıydım.

Ve belki devamını da getirmeliyim.

Biliyorum bunu göreceğini... Şimdiden sevdim ben; hem seni, hem aynadaki aksini...


15 Nisan 2010 Perşembe

Ülkemden Utanıyorum.

Burada 9-10 yaşlarında çocuklar utana sıkıla "Hello! My name is Jonas/Åsa, where are you from?" derken bana; kendi ülkemde 13-14 yaşında çocuklar turist olarak giden Alman kız arkadaşlarımı taşlıyorlar "Gavuur!" diye bağırarak. O arkadaşlarımdan biri "Yani, tabii; her ülkede olabilir bu ama... şok geçirdim bir süre ve çok korktum. Ama merak etme, çok eğlendim!!" diye açıklama yapıyor ve "Şey, 'gevur' ne demek?" diye soruyor ardından.

Kendine yol soran Japon kızı, ıssız bir sokağa götürüp tecavüz eden şerefsizler var İstanbul'da mesela.

"Türk erkeklerinin gözlerinin içine bakmayın yolda; sizi 'sevişecek kadın' olarak görüp, taciz etmeye başlıyorlar... korkunçtu!" yazmış ispanyol kadının biri, bir internet sitesinde.

Şimdi arkadaşım orada; ve tek başına taksiye binmeye korkuyor okuduklarından dolayı. Taksi yani; hani güvenli olsun diye bindiğin şey bir yerde.

Benim ülkemde Vakit gazetesi "gay tayfa!!" haberi yapıyor. Gencecik çocukların şekillenmekte olan yönelimlerini paramparça ediyor, hayatlarını karartıyor. Daha dün el kadar kızı taciz eden Üzmez gibi bir şerefsizi unutuyorlar bunu yaparken. Onlar için 12-13 yaşındaki kızların üstüne çıkmak, imam da izin verdiyse; sübyancılık değil, kutsal. Ama erkekler sevişemez. Eğer sevişirlerse, haber olur. Haber olursa, altına yorum yazarlar, "Hepsi şeytanın soyundan geliyor bunların!" diye. Hepimizi şeytan dürtüyor çünkü. Çünkü onlar için eşcinseller "küçük çocuklarını kaçırmaları gereken" iblisler.

Avrupa ülkelerinde belki de en son "eşcinsellik hastalıktır" diyen bakan; bizim Kadın ve Aileden SoruNlu bakanımız. Başka ülkelerde bunu diyebilen, dedikleri ortaya çıkan bakanlar istifa ettirilirken; bizim ülkemizde sayısı 20yi aşan dernek bu bakana destek veriyor. Bu bakan görevini hala sürdürüyor. Bu bakana kimse hiçbir şey yapmıyor. İnsanlar susuyor, bakan susuyor. Toplumca "Tıp!" oynuyoruz.

Benim ülkemde babası oğlunu "onuru" için öldürüyor. Eğer tanrı varsa, belasını versin o zaman böyle babanın. Dünya basınını karıştırırken Ahmet Yıldız davası; "ahmet yildiz is my family" gibi bir kampanya varken mesela; benim ülke gaylerim umursamıyor davayı; umursayan üç beş organizasyonu da mahkeme içeri almıyor zaten. Babasını bulmuyorlar, aramıyorlar bile belki de. Ve benim yiğit ve mert vatandaşlarım; "Adama da hak vermek lazım" diyorlar. G...ünüze girsin o adam hepinizin.

Çok kızgınım ve çok üzgünüm. Dönmek istemiyorum bu lanet ülkeye. Bir yolunu bulup gitmek istiyorum. Ne kadar az kalırsam, o kadar iyi...

5 Nisan 2010 Pazartesi

Huzur...


Günler ne kadar da hızlı geçip gidiyor. Daha dün beş aydır hüküm süren kara söver, baharı özlerken; güneş çoktan gelip tenimi ısıtmaya başladı bile.

Şimdilerde huzur dolu içim. Öyle bir huzur ki bu, sığmıyor içime, taşıyor göğsümün sol yanından. Beni olumsuz etkileyen her şeyden koruyor, izin vermiyor negatif hiçbir şeyin içeri girmesine.

Artık şubat yılın herhangi bir ayı sadece... Uyandığımda geçmişi yad edip hüzünbazlık ettiğim günlere sahip bir ay; hepsi bu.

Bugün; çocuksuluğumdan dem vurup, büyümemi isteyenler zamanında; olgunluk maskeleri egolarının altında unufak olmuş; küçücük çocuklar. Ne kadar da üzülürdüm beni suçladıklarında çocuklukla. Şimdi o çocuklar suskun, şimdi elim ellerini sıkıca kavramıyor, kavramak istemiyor. Ellerini bıraktığım için pişman değilim, günün birinde büyüdüklerini gördüğümde tekrar tutmaktan pişman olmayacağım gibi.

Artık barışığım kendimle... Hissediyorum, beni ben yapan her şey, geçen her saniyede değişen mükemmel bir uyum içinde. Artık kollarımı sıvayıp, kurcalamıyorum kişiliğimi, oynamıyorum düzenimle; “böyle olmamalı bu!” demiyorum. Hayır, aslında tam da böyle olmalı. Çünkü aslında, tam da öyle olmalıydı.

Beni gerçekten tanıyanlar için çok garip olmalı bu cümleler. Onur’u yirmi iki senedir tanıyan benim için bile garip; onlar için neden olmasın? Bu sefer huzurumun sebebi iki ay sonra bitecek olan yeni ilişkim değil; etrafımı sarıp sarmalayan, bugünlerde her dakikamı birlikte geçirdiğim, ama iki aydan sonra kimbilir bir daha ne zaman göreceğim onlarca arkadaş değil; onlarca şehir görebiliyor olmak değil, bahar değil... Hayır, bu sefer tamamen farklı her şey. Kendimi tanımamla alakalı, bir bütün olmamla alakalı; kendimi sevmemle alakalı. Bunu bile itiraf ettim bak, seviyorum kendimi. Oysa ben ‘kendimi’ bildim bileli sevmemiştim onu. Haksızlık etmişim.

En son ne zaman gerçek anlamda mutluyken bir şeyler yazdım buraya hatırlamıyorum. Mutluyken bu tuşlara dokunmak gelmez normalde içimden. Ama şu an mutluyum, çok mutluyum; ve yazıyorum işte.

Seviyorum herkesi, seviyorum kendimi. Ve belki gerçekten de hayat sevince güzel, sevince tatlı günler... :)

İyi günler dileklerimle...

1 Şubat 2010 Pazartesi

Şubat.


En nefret ettiğim ay artık şubat. Gün boyu uyumak, kendimi hayattan soyutlamak istediğim tek tarihse 16 Şubat.

Gelmesin, olmasın, vurmasın!

Kalbimi yokladım bugün, hala ordasın...

Git artık.

11 Ocak 2010 Pazartesi

Kadın Kokan Erkekler


Kadın kokan erkeklere aşık oldum ben hep, bir başka ten kokusunun içine karışamayacağı kadar keskin kokulu erkeklere... Kendimi kandırdım, aşk var/acı yok - olsun diye; bedenlerin biçiminden, uzuvların uyumundan çok; sevmenin, dokunmanın, sevişmenin kutsallığına inanan bir erkek vardır diye. Acı var/aşk yok - oldu ardından.

Düşlediklerim, sanıyorum ki, ya zoru seçme çabasıydı, ya da acı çekme aracıydı.

Hayat ne kolay olurdu oysa; her elimden tutan bir parçam olsa; dokundukça kenetlensem, kenetlendikçe dokunsam... Birbirine, birbirini sarıp sarmalayarak dolanmış o duygu karmaşasını bir arada tutan şey olsa ‘sevgi’ benim için.

Benim sevgim, fark ettim ki; tek parçası eksik kalmış bir puzzle’a son parçayı takıp onu tamamlamak yerine; bir başka kutudan beğenip aldığım bir başka parçayı, uymayacağını bile bile itelemekti.

Ying ve Yang’ı uzuvlar olan bir başka erkek süsledi bugünümü, tüm haftama sinmişti zaten kokusu. Gözlerime her baktığında gözlerimi kaçırıp kızarırken, bana dokunduğunda dizlerimin titrediğini hissederken, ona son kez sarıldığımı fark edip gözlerimin dolmasını engellemeye çalışırken... bunların hiçbiri yoktu aklımda. O’nun dört yıldır sevgilisi yoktu zaten; teni tenime değdiğinde ikimiz de irkiliyorsak madem, ne sakalımı ne penisimi umursardı; atlatması gereken yüz binlerce çelişki yoktu hem, bir erkeği sevmek kolaydı, kolay olmalıydı... Olmalıydı!

Şimdi, başlamasına izin vermediğim bir ‘şeyin’ ardından oturmuş düşünüyorum da... O kapattığım, kilitlediğim kapım çalındığında; ne kadar da istekle koştum açmak için. Nasıl da unuttum yüreğimi saklayan o hanı neden kilitlediğimi; niçin her gece başka bedenlerde kaybolmayı seçtiğimi, neden üşüdüğümde beni saracak bir çift sevgi dolu kol aramak yerine, üstüme tanımadığım bedenleri çektiğimi.

Kapım çaldı ama, gelen bendim. Yalnızlığımın hem çaresi, hem de sebebiydim.


--

Görsel: Madrid'ten bir düşen melek heykeli...