30 Kasım 2010 Salı

Düş, Kırığı, Tutkal ve Akşam Yemeği




“Hadi,” diyor kolumdan çekiştirirken, “geç kalıyoruz!”. Dar ve karanlık o sokakta ilerlerken, gittiğimiz barda çalan müziğin dumtısdumtısları geliyor kulağıma… İki karaltı kapının önünde bekliyor, meşhur barın meşhur puan vericileri: on üzerinden yedinin üstünde bir puan alırsan içeri alınıyorsun; altındaysa puanın, yalnızca puanı ve babayı alıyorsun. Daha üç dakika önce tanıştığım ve eline 50 lira saydığım o afet çocukla çift gibi gidiyoruz bara, çiftsen çiftliğin üzerinden alıyorsun puanı çünkü. Elimden tutuyor, irkiliyorum. Biz ilerledikçe karaltılar belirginleşiyor, en ve boy (ve kimbilir başka hangi alanlarda) benim iki katım olan; kel ve Malkoçoğlu bıyıklı iki adama dönüşüyor.

Dumtıs, kapıda bekleyen iki izbandutun önüne varıyoruz. Çocuğun eli belimde şimdi, dudağıma bir öpücük konduruyor, “Merhaba!” diyor izbandutlara, izbandutlar sessiz, tedirginiz. Dumtıs, izbandutlar bizi tırnak uçlarımızdan şampuan tercihimiz farklı olsaydı da değişmeyecek yıpranmışlıkta saç uçlarımıza kadar süzüyor, onlar bizi süzerken biz ikisinin de şaşı olduğunu fark ediyoruz. Dumtıs, soldaki adamın sol gözünden bize on üzerinden sekiz buçuk verdiğini seziyorum, sağdakinin sağ gözüyse yedi buçuk veriyor. Dumtıs, soldakinin sağ gözü, sağdakinin sol gözü üstümde. Dumtıs, kalan gözler “Sen buçuksun,” diyorlar bana, “ancak buçuk olabilirsin. Yanindakinden dolayı giriyorsun içeri, hadi yine iyisin.”

Tüm mülayimliğimle kalan puanları iyi olanın kazandığına hükmediyorum, kapı açılırken ani bir refleksle yirmi üç senedir herhangi bir şekillendirici görmemiş saçlarımı ellerimle karıştırıyorum. Kötü görünüyorlardı, hala kötü görünüyorlar.

Kapı arkamızdan kapanırken ve ben çalan şarkıyı bilmezken, içeriye göz atıyorum. Uzun-kısa, zayıf-kilolu, kel-uzun saçlı, giyinik-çıplak, kadınsı-maço… her çeşit erkek var içerde. Bu benim burada ilk gecem, o karşı konulamaz kabul görme isteğiyle saçlarımı bir kere daha düzeltmeye çalışıyorum ama nafile, tarih tekerrürden ibarettir.

Zamanı durdurma özelliği varmış kapının. Kapı kapanıyor: müzik duruyor, dans edenler duruyor. “Arkadaşım” kalabalığın arasına karışıyor. Şimdi herkesin yüzü bana dönük, herkes bana bakıyor. Gözlerinden tiksinti damlıyor, yere düşüyor, sel oluyor, bana akıyor. İlgi görmeyi sevsem de, ilgi çekmeyi sevmem - olumlu ya da olumsuz. Rahatsız oluyorum, kalabalıktan rastgele birinin ayakkabısına odaklıyorum gözlerimi.

Neden müzik durdu? Neden odaklandığım ayakkabıların sahibi haricinde kimse hareket etmiyor? Neden ayakkabılar bana doğru geliyor? Neden önümde durdular? NELER OLUYOR?

En yanakları sıkılasıca yüz ifademle gülümseyip, gözlerimi “Aramıza hoş geldin.” diyeceğini umduğum adamın ayakkabılarından gözlerine çeviriyorum. Ve ilk yumruğu ‘duyuyorum’; evet, görmüyorum, duyuyorum.

“Eşek Sudan Gelmez” adlı bir grup düşün, ben o grubun bateristiyim, grup şarkıya başlamak için benim davula vurmamı bekliyor, davul benim elmacık kemiklerim, bagetlerim adamda, yumrukları baget… Kıssadan hisse, yumruk elmacık kemiğime çarpıyor, elmacık kemiğim kırılıyor ve şarkı start alıyor, ne hikmetse: Joan Osbourne, One of Us.

If God had a name what would it be and would you call it to his face?:

Günün menüsü Dayak’tı ve başlangıçlar servis ediliyordu. Olayların gidişatından dolayı şoka girmiş vaziyette, uslu uslu, yumruklarımı yiyordum – ve kimse afiyet olsun demiyordu.

Yeah, yeah, God is great:


Ara sıcaklar böğrümdeki diz kapağı ile başladı, yemeğin ağırlığıyla dizlerimin üstüne düştüm. Doymuştum, ama aşçılarım Türk’tü: “Vallahi olmaz, bir porsiyon daha…” diyen bir milletin yeni tohumları. Ana yemeği çatlasam da, patlasam da, yemeliydim.

What if God was one of us?

Ana yemek boyunca, boylu boyunca yerdeyim. Burnum kanıyor, kan tükürüyorum.

Just a slob like one of us

Yüzüme gelen bir tekme ile dişlerimin ikisi havada uçuşuyor.

Just a stranger on the bus

Gözlerim kanlandı, artık dünya kocaman bir darkroom, ama burada sadece dayak yiyorum.

Tryin' to make his way home?

“Yeter, lütfen, yeter…” diyorum, ama Joan Osborne sağolsun, kimse beni duymuyor.

Senin anlayacağın, değerli okur, dört dakika on beş saniye boyunca, dayak yedim. Nasıl bayılmadım, inan ben de bilmiyorum. Şarkının sonlarına doğru yavaşladılar. Şarkı bittiğinde durdular. Ve tatlımı gördüm:

1.85 boylarında, iri yarı ve topuklu giymiş bir adam bana doğru catwalk yapıyordu. Ritmimiz apartman topuklarının taktuklarıydı şimdi. Yanıma geldi, topuklarından birini yanağıma bastırdı ve yüzüme eğildi:

“Bana bak ibne,” dedi; “eğer o suratını burada bir daha görürsek, bu sefer yiyeceğin şey yumruk olmaz, bilmem anlatabildim mi? Sen bizden değilsin, seni aramızda istemiyoruz ve bu son uyarımız… Anladın mı?”

Evet demeye çalıştım, beceremedim. Neye, niye evet dediğimi bile anlayamamıştım. Bir şarkı hayatımı değiştirmişti, şimdi sudan çıktığı yetmemiş gibi kızgın tavaya düşmüş bir balık kadar şaşkındım; çırpındıkça, daha çok yanacaktım.

“Ayol anladın mı dediiim?” dedi apartman topuklu kaslı maçomtrak, topuklarını yanağımın içine içine bastırarak.

Başımı salladım.

“İyi, şimdi siktir ol git buradan.”

Üzerine Meydan Larousse atılmış bir karasinek kadar ezik ve cılkı çıkmış bir vaziyette yerde yatıyorum. Fonda Demet Akalın’dan Evli Mutlu Çocuklu çalıyor. Çığlıklar, sarılmalar, öpüşmeler, yiyişmeler; nakarat geldiğinde hepsi parmaklarını havada tutup sayıyorlar; bir: evli, iki:mutlu, üç:çocuklu. Sol tarafımda eğlence var, öteki tarafımda ‘öteki taraf’; beni bekleyen zebanilere bir selam çakıyorum, arkalarında sonradan Lut kavminden olduğunu öğreneceğim şirin bir çocuk bana el sallıyor. "Demek ibneler gerçekten de cehenneme gidiyormuş; bir sürü çıplak erkekle sex & drugs & rock'n'roll, yaşasın!" diyorum içimden.

Sonrası karanlık... ve ayıp.


Bu yazı, geçen Cumartesi Tekyön’de geçirdiğim ve orada olduğum süre boyunca komplekslerimle boğuştuğum, kendimi bir türlü “ortama” ait hissedemediğim, etrafımdaki insanları gözlerimle acımasızca eleştirdiğim, "Ben mi kendimi çok matah görüyorum yoksa gerçekten eleştirilerim yerinde mi?" diye kendimi sorguladığım bir gece ardından, tepeden tırnağa sarhoş bir vaziyette eve gelip sızdığımda gördüğüm rüyanın üstüne yazılmıştır. Bir süre Tekyön’e gidebileceğimi sanmıyorum, kimse de beni özlemeyecek zaten. Sevgiler, yurdum gayleri! Hayalim üç kelime, o da şöyle...


- - -

Görsel: Derya'nın İskambil Kartları Serisi'nden sinek ası, sağol bebek.

26 Kasım 2010 Cuma

Absinthe Şişesinde Sazan Olsam.





Hayatım boyunca hep ortalama bir tip oldum ben sanırım. Yolda yürürken karşı karşıya geldiğimizde bakıp gözlerinizi kaçıracağınız kadar çirkin olmadım hiç, gözlerinizi üzerimden alamayacağınız kadar yakışıklı da olmadım.

“Taşşş.” mertebesindekileri her zaman kıskanmışımdır, ne yalan söyleyeyim. Benim “Life, the Real Deal” adlı oyunda atlayabildiğim en yüksek level “Çok Sempatik.” oldu bugüne kadar. Bir level daha atlamak için 40 fırın ekmek yemem, ya da bu durumda 40 kat experience kasmam gerekiyor ki, L’impossible!

Bazen fena-sosyal arkadaşlarımın facebooklarında bazı çocuklar görüyorum. Merak edip, girip bakıyorum. 3 sene önce ne imiş kendileri, şimdi ne olmuşlar şaşırıyorum. Mesela Mehmet Günsür de buna en iyi örneklerden biri okur. İlk fotoğrafta günahımı vermeyeceğim o çocuk, sihirli bir lambadan seks cini çıksa ve bana “Dünya üzerindeki herhangi bir erkekle yatmanı sağlayacağım, seç.” dese seçeceğim (ve vereceğim) tek herif olmuş.

(Seks cini iyi bir fikir bu arada. Bence pornosu yapılmalı.)

“Çirkin kadın/erkek yoktur, az votka vardır.” derler ya… Absinthe şişesinde sazan olsam bana yine herkes taş olur, ama absinthe’i bitirene ben yine sazan kalırım gibi geliyor.

Komplekslerden kompleks beğeniyorum son günlerde. Aynaya baktığımda bana bakan adam 50 yaşında, obez ve kel; hatta adamın burnu da yamuk.

Oysa daha 23’üm, hayatımın baharındayım falan. (Boyum 1,81 kilom da 77 galiba, 1.50ye 123 sanma.)

Hayat değil de, gay komünü acımasız galiba blog...

Kısmet.

22 Kasım 2010 Pazartesi

Zeki Müren de Beni Görüyor!





Sanki elime 0-3 yaş için bir puzzle tutuşturmuşlar da, çözemiyormuş gibi aciz hissediyorum kendimi. Sanki hayatımın tuzu biberi hep göz kararı atılıyormuş da; o göz 7,5 derece hipermetropmuş, 5 de astigmatı varmış gibi. Ya eksik ya da fazla.

Bu kadar eziyoruz ama YeKa ne kadar da can sözler yazıyor, “Beni beğeneni ben (ben) beğenmem, benim beğendiğim ise beni beğenmez.” gibi.

Seviyorum, sevilmiyorum.

Sevmiyorum, seviliyorum.

Merhaba, ben zurna.

20 Kasım 2010 Cumartesi

Bu Kafa, Neyin Kafası?




Bu yazıya Nouvelle Vague - Too Drunk to Fuck'dan başka bir şarkı gitmezdi.

Az önce eski sevgililerimden biri, eski sevgililerimden biriyle yatmayı çok özlediğini böyle rahat rahat söyledi. Zaten eski sevgililerimden biri ile eski sevgililerimden biri de eski sevgiliymiş. Anlamadıysan, "veriş" çizelgesi yukarıda ey okur.

Bu kafa neyin kafası? Ben istemiyorum bu kadar rahatlık falan. I'm too drunk to fuck bildiğin. Gay komünü büyük, dünya küçük; n'apıcan mecbur diye avutmaya çalışıyorum kendimi.

Sinirliyim.

... Skerler.


19 Kasım 2010 Cuma

Çok Fazla Şey Beklemiyorum Aslında, Valla.



Merhaba Yareppim,
bana böyle bir orman, Miyazaki filmlerinden fırlamış gibi görünen yanaklarısıkılasıca yaratıklar, bir de şu çocuktan versene? İşte o zaman "Tanrım, bana 3 tane..." diye sözler içeren şarkıyı söylemeyeceğim, üçün beşin hesabını yapmayacağım, yeminle.
Sevgiler,
Feanor.


18 Kasım 2010 Perşembe

Hayatımı Yazsam Anca Leman Sam Şarkısı Olur.





Dün gece, hiç tanımadığım bir erkeğe, sırf sana benziyor ve sen kokuyor diye, usulca sokulup merhaba dedim.

Tanıdık bir huzur aradım, çaldığı en kaliteli müzik Demet Akalın'dan ve Hande Yener'den olan o barda – üstelik şaşkın da bakmıyordu, yanına neden geldiğimi biliyordu zira.

Tuttu beni, çekti kendine.

“Anladım ki hiç kimse, hiçkimse sen değil; hiçkimse senin kadar iyi öpüşemiyor.” diyemem, çünkü öpüşüyor.

“Anladım ki hiç kimse, hiçkimse sen değil; hiçkimse senin kadar iyi saramıyor.” diyemem, çünkü sarıyor.

Öpüştük işte; iki sene boyunca uyurken içime çektiğim o koku eşliğinde, gözüm kapalı; onla değil seninle öpüştüğümü hayal ederken buldum kendimi. Nitekim bitti gece, çıktım bardan. Oturdum sokağın bir köşesine… Ağladım sabahın beşinde; bardan çıkan gayler, travestiler, transseksüeller ve lezbiyenler eşliğinde. Umursamadım, ağladım.

“Anladım ki hiçkimse, hiçkimse sen değil; hiçkimse senin kadar canımdan öte can değil.” diyorum. O sadece dudaktı, sadece kokuydu; sadece tendi.

Bunca yıl sonra hala sen akıyorsun gözümden... Yetmedi mi?

17 Kasım 2010 Çarşamba

Süreya.





...

Laleli'den dünyaya doğru giden bir tramvaydayız
Birden nasıl oluyor sen yüreğimi elliyorsun
Ama nasıl oluyor sen yüreğimi eller ellemez
Sevişmek bir kere daha yürürlüğe giriyor
Bütün kara parçalarında
Afrika dahil

...

- - -

Fotoğraf: Linköping kışından bir kare.
Şiir: Cemal Süreya - Üvercinka

16 Kasım 2010 Salı

Kavga Etmez, Sker Beni Romeo.




Tezim, ödevlerim, projelerim ve bitmek bilmeyen vizelerim ile beynimin ‘fatal error’ vermesine ramak kala tatilin geldiği şu güzide günlerde, zamanın ötesinden editli haliyle gelen bir cümlecik yankılanıyor beynimde: “Her ibne gaydir, ama her gay ibne değildir.” Doğru aslında. Kısmen… Yersen.

O kadar yalnızım ki zırt pırt arayıp “Aaaaabiii, beni seeeev” dedikten sonra kapatan bir telefon sapığım olsa, hayatımın ikinci baharını yaşayabilirim. Ama telefonum sessiz, ama telefonum öksüz.

Bugün Mine Vaganti'yi izleyip salya sümük ağladım. Riccardo Scamarcio, aşkımsın.

Benim en iyi dostum LastFM şu sıralar. Kendisi bildiğin can. Ufkumu 123 derece genişletti sağolsun.

Eğer bu çarşamba Taksim’de alkolün verdiği bilinçsizlikle “Hayat sevince güzel, sevince tatlı günler” diye şakıyan, bir yandan da Moloko’nun Forever More klibindeki dansı yapan bir erkek görürseniz, işte o benim. Haydi elele verip “Ne olacak bu Türkiye’nin hali?” dediğimiz içki masalarından, “Let there be love!” diye haykırdığımız Taksim sokaklarına süpersonik bir yolculuğa çıkalım, sahalara dönelim ulan!

Hepinizi bal gıdıktan öpüyorum. Eğer yeterince sarhoşsam bir dudak bile verebilirim. Gelirsen ara beni pala beni. Evet. Pala.

Öperler.

9 Kasım 2010 Salı

I Want You to Notice When I'm Not Around.




Bazen kendimi inanılmaz gerizekalı hissediyorum.
Sonra ağlıyorum.
Geçiyor.

Kimse anlamıyor, ama canım yanıyor.

Muhterem anlamayanlar; "... for English, press 9."

- - -

* Fotoğraf; Semih Kaplanoğlu, Yumurta, Giriş Sahnesi.

6 Kasım 2010 Cumartesi

"4S" Kuralına İnanmıyorum, Ama Bir Güç Var.



Çin’de yaşayan herkes aynı anda zıplasa 6.789 şiddetinde deprem olur muydu bilinmez, ama yaşadığı 4duvar1çatı arası ancak Çin’in tüm güzide vatandaşları aynı anda tüttürse bu kadar dumanaltı olabilirdi. Sol yanında Süreya, sağ yanında Nescafe, önünde odadaki tek ışık kaynağı dizüstü, ardında tüm ihtişamıyla Lord Soth posteri… dünyanın merkezine olmasa da, kendi evreninin merkezine ufak çaplı bir yolculuk yapmıştı.

Cebinde bir titreşim; bir uzun, iki kısa, bir uzun, iki kısa.

Mors alfabesi: TITI, Cep alfabesi: O.

Mor halkaların üstündeki gözleri döndü telefon ekranına...

MESAJ: “Beni özledin mi?”

(Tıkırtılar)

MESAJ: “Hayır.”

Uzanıp kahvesinden bir yudum aldı. Sade. Sert. Şekersiz. Siyah. Soğuk. “Kahven gibisin.” dedi. Kendine, kendi kendine.

MESAJ: “Beni seviyor musun?”

(Bu bir röportaj olsaydı buraya (Gülüşmeler) yazılırdı herhalde – ama değil.)

(Tıkırtılar)

MESAJ: “Hayır.”

Burada arka planda çalan şarkıya değinmek lazım. Herhangi bir mesaj içerdiğinden değil, içermediğinden de değil. Doğru yerde, doğru parçaydı sadece.

(Kaderin oyunları)

ŞARKICI: Tina Dico.
ŞARKI: He Doesn’t Know.

SÖZLER:

Love wasn't nearly enough in the end ,
Please, will you tell him again

That I hurt myself more than I ever hurt him
I wasn't as distant and cold as I seemed
I was lost all the way into my bones
I don't think he knows

Kayıptım. Kayıptın. Kayıptık. Tek şarkısını bildiğim bu kadın bile şu anda bunu bilirken, senin bilmemen trajikomikti. İronikti. Falandı. Filandı.

Mesaj atmadın, mesaj atmadım. Bitti; diğerleri gibi ama diğerlerinden daha çabuk, daha özensiz, daha baştan savma. İlişki düzenim şu kısır döngü üzerine kurulu artık, az önce öğrendiğin gibi:

Mesajlaşmak, telefonları almak, facebook’dan ekleşmek, tanışmak, konuşmak, sevişmek, konuşmak, sevişmek, konuşmak, sevişmek (x2) (hadi bilemedin x3 daha), bitirmek, telefondan silmek, facebook’dan silmek. Bu kadar.

(Yaşı -18 olan okurlar için burada koca bir BİP çok iyi, çok da güzel olur.)

ANLAMADIN:

Ben sevdiğim için sikilmiyorum sevgili(msi); sikeni seviyorum.
Sen de beni, sadece seni siktiğim için seviyorsun.
İlişki(leri)miz küfürbazlık üzerine kurulu - ve softcore BDSM.

Yani… Hadi, kendine iyi bak, hoşçakal.

KISACA: Öptümkibbye.

İMZA: Onur-umsu.


(İşbu yazı yazarın sadece ruh halini yansıtmaktadır. Zira kendisi götünü yırtsa bu kadar piç olamaz.)