18 Temmuz 2011 Pazartesi

Kovalanan Kaçar.




İnsanları olduklarından daha değerli kılan; pireyi deve, cüceyi dev, kömürü elmas yapan bizleriz aslında. Bize acı çektirdiklerini söyleyerek suçladıklarımızın ellerine silah veren de bizler değil miyiz, cinayet mahallindeki hem görünen ikinci hem de görünmeyen üçüncü kendimiz değil miyiz?

Bir insan bizden ne kadar uzaksa, o kadar değer kazanıyor. Ulaşılması imkansız olduğunda, gözümüzde tanrı oluyor. Bizse, “sürekli ulaşmaya çalışan insan” olarak; başkalarının gözünde gitgide değersizleşiyoruz; öyle bir an geliyor ki “Neden kimse beni sevmiyor?” diyoruz, dedik, diyeceğiz; “böyle” oldukça, kendi gözümüzde bile değersizleşeceğiz...

Zira hayatta her değer, başkasının gözündeki değer cinsiyle ölçülüyor.

O zaman ne yapmalı? Durmalı. Ulaşmaya çalışmayı bırakmalı. İşte o zaman geri dönüyorlar, kapınızı tıklatıp “Merhaba!” diyorlar... Çünkü egoları artık şişmiyordu, yokluğunuzda küçük deliklerden yavaşça hava kaçırıyordu; indikçe iniyordu... Tıkladığında kapıyı açmayın. Bırakın arasın; cevap vermeyin. Bırakın mektup/mail/mesaj yollasın, SUSUN! Kendiniz için TIP oynayın. Bunca zaman o ulaşılmazdı; şimdi biraz da siz ulaşılmaz olmanın tadını çıkarın.

“Oyuna katıldım.” Amacım geri kazanmak değil, amacım öç almak değil. Artık içimden gelmiyor İtalyanla olmak, düşündüğümde gülümsüyorum; demek ki kızgınlığım da geçti... Biliyorum ki şimdi bana aşık... Bu kadar istediğim, uğruna bu kadar çaba gösterdiğim; iş bulabilsin diye blogtan tanıdıklarıma bile haber saldığım, problemlerinden biraz arınsın, biraz mutlu olsun diye kıçımı yırttığım adam, ben egosunu tatmin etmemeye başladığımda sevdi beni, ben onu mutsuz ederken... Ne yazık.

Hayatta bazı şeylerin merkezinde biz olmalıyız sanırım gerçekten de; her şeyin değil, ama bazı sınırlar olmalı, bilinmeli, yönetilmeli. Verdikçe kaçanlar, aldıkça gelirler. Çünkü hayat hep s.kene güzel.

Ben “seven” tarafım; uğruna her şeyi yapan, çabuk bağlanan, sarılmak isteyen, kollanmak isteyen; hemen tüm sırlarını döken; hemen ilişki moduna geçen... Yani tanrılaştıran, yani ego şişeren, yani kaçıran... hep böyle oldu, ama bundan sonra hep böyle olmayacak.

Biraz kapalı olmak lazım, ilişkilerde basamaklara sahip olmak lazım, o basamakları yavaş yavaş tırmanmak lazım; merkezde kalmak lazım, verdiğimiz miktarı iyi bilmek, aşırı dozdan kaçınmak lazım... İlişkilerde roller başlangıçta verilir; haddi hududu bildirmek lazım. Ama sevmek de lazım. Yoksa neden ilişki kurulsun ki? Sirkülasyon ilişkiyi homojen yapar; sirkülasyonların olmadığı, alanla verenin hep bir olduğu ilişkiler bir s.kime benzemiyor, tecrübeyle sabittir.

Anlayacağınız şimdilerde biraz s.kip, biraz sevmenin yollarını arıyorum; bulursam haber ederim.

- - -

Not: Bir süredir yazmıyorum çünkü artık “Anneeeee, ben kurumsal oldum.” 06.20de kalkıyorum, akşam 18.30’da evde oluyorum; birkaç saat oyalanıp uyuyorum falan. Çok çileli geçmiyor zira geçtiğimiz iki hafta içinde sürekli eğitimdeydim; eğitim sonrası şirkette midye dolma / pasta partileri, haftasonu çıkılan “Kaynaşma Partileri” falan; hayat bana güzel olm. Stajım bitip de full time’a geçtiğimde ebemi itinayla şeyapçaklar gerçi ama olsun; parası SÜPERSONİK olcak.

Mutluyum beybiler, sevgiler!

- - -

Görsel: deviantart; When Nothing Goes Right by aoao2
Şarkı: grooveshark;  Anywhere On This Road  by Lhasa De Sela (Reader'dan okuyorsanız, şarkıyı göremiyorsunuz.)

1 Temmuz 2011 Cuma

Paylaştıkça Çoğalıyorsa, Kendine Saklamanın Ne Faydası Var?



“‘Bir çember çiz...’ diyor bana.

Çiziyorum, ama yarım bırakıyorum nedense. O bir daha istedikçe, ben bir daha gelemiyorum başladığım noktaya. Uç noktaları olmaması gereken bir şeklin hep iki ucu oluyor, o iki uç hiç birleşmiyor, birleştiremiyorum” diyor-d-um.

Hayatı hep bir kısır döngü olmakla suçluyor-d-um. Oysa bize acı verenler, bizi yerimizde tutanlar hep yarım bıraktığımız çemberler, tamamladıklarımız değil. Aslında döngüyü tamamlasak, başladığımız noktaya gelsek; her şey çözülecek, her fırtına dinecek. Döngülerden kaçardım, şimdi döngü olmak istiyorum; işin sırrının başladığın noktaya geldiğinde, başladığındaki sen olmamaktan geçtiğini anladığımdan beri.

İnsanlarla çok kolay iletişim kuruyorum, çok çabuk kaynaşıyorum. Ama ilişkilerimi bitirirken hep çok fevri bir acımasızlıkla hareket ettim. “Hak ettiler!” dedim. Oysa kimin neyi hak edip hak etmediği bana kalmış bir şey değil; çeşit çeşit olduğumuzu fark etmeliyim, hep kazanamayacağımı bilmeliyim, bugüne kadar hep kaybetmiş olsaydım bile, her kaybın beni bir kazanca götürdüğünü görmeliyim.

İlk ayrılığımdan sonra iki sene boyunca çektiğim acı, ayrılıktan uzun zaman sonraki buluşmamda dindi, eğer o acıyı çekmeden onu görseydim, döngü tamamlanmazdı; eğer onu hiç görmeseydim, o hep ulaşılmaz kalırdı.

Bir başkasıyla seneler boyu yaşadığımız onca şeyden sonra, kalbini kırdığım için her gün kendimi suçlayarak edindiğim pişmanlık, göz yaşının hiç de yakışmadığı bir kutlamada ağlayıp özür dilememle geçti. Af dilemeseydim kendimi affedemezdim.

Daniele’yi sahip olduğum tüm hesaplarda engellemiştim; engeli kaldırdıktan sonra bir saat bile geçmeden mailler yağmaya başladı, “Seni hala seviyorum ve bir gün affedeceğimi biliyorum; ama affettiğim zaman bile bir daha sana asla güvenemeyeceğim; güvenin olmadığı yerde ne sevgililik olur, ne arkadaşlık; o yüzden iyi bak kendine; mutlu ol ve öyle kal...” dedim. Eğer veda etmeseydim, hep devam etmek isteyecektim.

Hepsini sevdim, hepsini seviyorum, hepsini seveceğim – ve artık onları sevmem için onların da beni sevmesine gerek olmadığını biliyorum. Nefret bir gün diner, kızgınlık bir gün geçer, pişmanlık bir gün son bulur, aşk bana geldiği yönü değiştirip başkasına akar... ama sevgi hep baki kalır. Geçmişte yaşadığım / yaşattığım kötü şeyler için pişman değilim çünkü bedelini ödedim; geçmişte yaşadığım / yaşattığım güzel şeylere özlem duymuyorum çünkü hepsi için minnettarım ve bedelini severek ödüyorum. Sevgi, en güzel para birimi...

Şimdilerde bir tüy kadar hafifim. 3.11 ile mezun oldum, sanırım bölüm 5.siyim, beni depresyonlara sürükleyen bitirme projem AA geldi, kepimi 6 temmuzda atıp mezun olacağım ama 4 temmuzda, daha mezun olmadan, sene başından beri hedeflediğim ve yapmayı gerçekten istediğim iki işten birine başlıyorum; huzurluyum ve mutluyum. Kendimde hala hoşuma gitmeyen şeyler yok mu? Tabii ki var, mesela gardırobum ve bu dönemde edindiğim kilolarım; ama bunların hepsi değişir/geçer/gider - hem sevecek olan varsa beni, göbeğim varken de sever.

Aslında agnostik sayılırım ama hayatım güzel bir yönde ilerlediğinde, beni mutlu eden bir şey gördüğümde; “bir şeylere” şükrediyorum. Adı Allah değil, İsa değil, Karma değil, Buddha değil... Orada olup olmadığından emin olamasam da, benim tanrım, benim dinim; bir nevi Feanorizm. Minnettarlığımı göstermek için 4 duvar arasında yere çökmek zorunda değilim, şarabın tadından mahrum kalmak zorunda değilim, sevişmekten kaçmak zorunda değilim... Aslına bakarsanız şarap içmek ve sevişmek benim ibadetim, sadece artık doğru yerde, doğru zamanda ve doğru insanlarla; keşke seni tanıyabilseydim Hayyam – mümkünse gay halinle.

Hala hazır değilim, “olmadım”, olgunlaşmadım; ama hissediyorum, yakınım. Hazır olduğumda gelecek; ve ben onu o ya da bu sebeple değil, şu anıyla ve her haliyle seviyor olacağım; o beni kara kaşım kara gözüm için değil, arındığım halimle, bütünle, seviyor olacak...

Bekliyorum, çünkü sabretmesini bildikçe, güzel şeylerin bizi bulacağına inanıyorum. Pozitif pozitifi çağırır, sevgi paylaştıkça çoğalır.

Hepinizi seviyorum.

- - -

Görsel: Deviantart;  Circle by Silverwing17

Şarkı: Grooveshark;  The Man I Love by Devics (Google Reader'da okuyorsanız görünmüyor, bilginize.)