30 Aralık 2010 Perşembe

Ne Yerim, Ne De Yenim Dar Gerçi Ama..?




“Bunun yanında, tartışarak bittiği için gerçekten üzüldüğüm insanlar da var. Tüm bu anlattıklarımı ilk fark ettiğim günlerde, gazabıma uğrattığım, karşılığında gazabına uğradığım kişiler. Günün birinde, karşılaşınca, sarılacağız ama onlarla, farkındayım bunun; eminim ki, onlar da farkında… ;)” yazmışım bundan yalnızca 1 ay önce.

“İnsan Sarraflığı ve Davranış Analizi” konusunda Yetenek Sizsiniz Türkiye! Ben o kadar acınası bir çömezlikteyim ki bu konuda, Acuncuğum ve diğer iki mal bile anında X’e basar, beni men ederlerdi yarışmaya katılmaktan.

Oynamak istiyorum aslında  ben! Ne yerim ne de yenim dar; ama siz oyun bitti deyip koca bir noktayı koyuyorsunuz sol göğsüme. “Biz hiç yorulmadık, biz hiç yenilmedik desem, yalan. Oyuna devam!” demek isterdim ben, ama "sizin de yumruklarınız vardı."

Ben artık 3. tekil şahısım hayatınızda; dolayısıyla bana tek bir yemek düşer.

Mutluluklar o yüzden bayım - ve iyi günler.

- - -

Görsel: Deviantart - kimcats

27 Aralık 2010 Pazartesi

EskiYeni.



Kıvrılsam kucağına birinizin, saçımı okşasanız… “Şşşşşşşşt,” deseniz; “hepsi geçecek.”

Omzuna yaslasam başımı birinizin, sarılıp öpseniz alnımdan; zaman dursa, öyle kalsak; ben huzurla yıkanana kadar.

Şöyle sigara tüttürsek birinizle karşılıklı, kahvelerimizi yudumlayıp lokumlarımızdan bir ısırık alsak.

The Fall’u izlesek birinizle, ben yine yarısında gülsem, yarısında ağlasam; sonunda “Çok güzeldi değil mi?” desem kurumamış gözlerle.

İp atlasak birinizle, birinizle müzik ‘din’lesek; boğaz turuna çıksak birinizle, birinizle Pierre Loti tepesine gidip saatlerce susmasak…

Lunapark’a gidip çığlık atsak, atlayıp bir yataklı trene hiç gitmediğimiz şehirlerde kendimize yeni parçalar eklesek, booomboş bir vakitte İstiklal’de elimizde biralarla kenara oturup gelene geçene puan versek, sadece martılara simit atmak için binip Karaköy vapuruna; gülsek, gülsek, gülsek.

Mutluluk bir rüzgar gibi esse hepimizin üstüne, 2010dan yadigar tüm kırıklar silkelense...

2011den dileğim bunlar benim…

“Ya aşk?” derseniz, bunları bin aşka yeğlerim.

- - -

Görsel: DeviantArt - Martin8910

24 Aralık 2010 Cuma

"... Elhamdülillah Agnostiğiz."



N’aber?

Öncelikle hepinizin noeli mübarek olsun cemaat, elhamdülillah agnostiğiz!

Sonralıkla belirtmeliyim ki Amélie’yi sevmeyen insanları anlamadığımı fark ettim geçenlerde. NEDEN lan?

35 Trilyon veriyorlar ya yılbaşı ikramiyesi olarak, bana bugün sordular, ne yaparsın?  “1 araba, 1 yazlık, 1 de ev alır; faiziyle yaşarım!!” dedim. Bildiğin memur kafası. Bu kafadan mıdır bilmiyorum ama hala her gece yatmadan önce lens çıkarmaya üşeniyorum. Sonra artık gözümde lens olmadığını hatırlıyorum. Ardından o rüya senin bu rüya benim, Mehmet Günsürlü - sansürlü.

Geçenlerde otobüste Ejderha Mızrağı kitapları okuyan 55+ yaşında bir teyze gördüm. İşte o teyze benim favorim, o teyze benim canım; o teyzeyi seviyorum, bal gıdığından öpüyorum.

Şimdi arada dünkü gibi gayet acılı yazılar yazıyorum ya, bakma sen, acımız o kadar da büyük değil. O KADAR da değil. Yeminle. Ama bilmelisiniz ki 1 lira az diye Pall Mall içiyorum Winston yerine, herkese de “Tadı aynı ki?” diyorum. Bok aynı! Bu konuda acılıyım. Çok hem de.

"Unuttu dediler, hiç sevmedi dediler, gücendim mal." şeklinde bir Tarkan cover'ı yapıp, herkesi “lip care” ile kurumaktan kurtulan kremli dudaklarla öpüyorum!

Gel.Git.




Saatleri bir saat geri alırmış gibi, hayatımı da üç sene geriye alabilseydim çok güzel olurdu. Belki o zaman “Eline ne geçti?” diye sorduklarında, “Bulutlu gözler” diye cevap vermezdim. Gece yarılarında ruhumu o duvardan bu duvara savururken, konuşacak birini arıyorum; bulduğumda konuşamıyorum, konuşmaya çalıştıkça daha çok susuyorum.

Sustukça susuyorum ve susuzluğumu kimse gideremiyor.

GİT dese de ne fayda? Ben sadece GEL’den anlayanlardanım.

- - -

Görsel: Deviantart - Veniamin

22 Aralık 2010 Çarşamba

Görelim, Eğlenelim, Hssktr Diyelim.


Scissor Sisters'ın Invisible Light adlı klibini yorumlamak -en azından benim için- deveye hendek atlatmaktan, Şebnem Ferah'a mutlu şarkı sözü yazdırmaktan, Aliye Kavaf'a eşcinsellerin hasta olmadığını kabul ettirmekten, Demet Akalın'a dahi anlamındaki -de'nin ayrı yazılması gerektiğini öğretmekten ve Mehmet Günsürle sevişebilmekten daha zor.

Şimdi erotik mi desem, korkunç mu desem, iğrenç mi desem bilmiyorum; ama bir yerden +18'i hak ediyor bence bu klip.

İzleyelim, görelim değerli misafirlerimiz.

Hepinizi keşişlerin sizi ayakkabınızın teki olmadan yerde sürüklediği o çayırda öpüyorum.

21 Aralık 2010 Salı

AySiDedPipıl!



Ameliyat olduğumdan beri etrafımda boğazı kesik, gözleri çıkmış, bana gülümseyen ölüler görüyorum.

Yersen.

Kırmızı-beyaz; adeta milliyetçi gözlerle bakıyorum şu an hayata, sağ gözüm kanlı falan... Ama hiç olmadığı kadar net her şey, üstelik tam iyileşmesine üç ay var daha.

Ameliyat fena değildi, vücudum titredi ama gözlerimi milim hareket ettirmedim. Gözümü keserken Amerika’da okuyacak kuzeninden bahseden doktora sövdüm içimden, konuşmak yasaktı çünkü; hem konuşmayı yasaklayan hem de “Sen de mühendistin di mi?” diyen doktora “Hııııhıııııı” diyebildim sadece.

Tam odadan çıkarken fark ettiler, ameliyat masasına tırnağımı geçirmişim, hastanede izim kaldı.

Her ışık görüşümde “vrağğğğğvr” diye bağırıp kaçıştığım, evin içerisinde güneş gözlükleriyle dolaştığım bir haftasonu ardından okula gittim bugün. 97 almışım sınavdan, mutlu oldum. Sonra dostlarımla buluştum; saatlerce oturduk, çok özlemişim zamanın böyle hemencecik akıp gitmesini…

İyiyim demek için giriyorum bu yazıyı, arayıp soran herkese teşekkürler ^^

Mucu.

--

Görsel: gugılimıcız

18 Aralık 2010 Cumartesi

Sen Ortaçgillesin, Ben Seninle...


 

İçimden geçen iki kelime var, dilimden düşen onlarca cümle. Dışı güzel, içi boş cümlelerde güçlüyüm; o iki kelimede yanık.

Bilmiyorlar, içimde bir umut olmadıkça sürdürmediğimi kendimi ellere. Bilmiyorlar, dokunamıyorum aslında ben yabancı bedenlere artık.

Hikayeler ardında ortam gülü o piç erkek saklı; maskelerin ardındakiyse hala toy, hala sana aşık.

- - -

"Kimseye Anlatmadım" çaldığında, düşündün mü beni; sen miydin yoksa o ürpertinin sebebi?

16 Aralık 2010 Perşembe

Çizdir Git.



Gözlüklerimi taktığımda ilkokul üçe gidiyordum, dokuz yaşındaydım sanırım. Evde ağladığımı hatırlıyorum “Anne ben dört göz oldum, dalga geçecekler benimle!” diye. 2 sene öncesine kadar gözlüklerim vardı hep. Her beden dersinde kırılacak diye korktuğum, kavgaya karıştığımda korkup bir köşeye bırakmaya çabaladığım (evet ben de kavga ettim, ne var?), kışın otobüse bindiğimde buğulanıp beni kör eden, burnumun yamuk olmasının sebebi olduğunu düşündüğüm gözlüklerim…

Son iki senedir lens takıyorum. Lensler çok korkunç aslında. Takması dert, çıkarması dert, saklaması dert… Rüzgar eser, gözün sulanır; uzun süre takarsın, gözün kurur; toz kaçar, çırpınırsın… Bir de düşününce iğrenç, gözüne dokunuyorsun sürekli, fena.

Bugün doktora gittim ben. Korneam çok sağlammış öyle dedi. Son 3 sene içinde sadece 0.5 artmış gözlerim, ki bu mükemmelmiş ameliyat için. Cumartesiye randevu aldım.

Sonunda kurtuluyorum bu 14 yıllık çileden; 7.25 gözlerden, çerçevelerden, camlardan, lenslerden, çantada saklanan lens sularından, göz damlalarından, lens kutularından, 2 farklı güneş gözlüğü kullanmaktan, denize girdiğimde sahildekileri bulamamaktan…

Gözlüğümü kırmayı düşünüyorum pazartesi kontrolden sonra. Fotoğrafını çekip buraya da koyarım.

Oley lan!

----

Görsel: Deviantart

15 Aralık 2010 Çarşamba

Yerme, Yerler.




Hayatım boyunca herhangi bir insandan nefret edecek kadar tiksindim mi ya da tiksinecek kadar nefret ettim mi bilmiyorum; olduysa bile gelip geçmiştir, kalıcı olmamıştır. Kinci bir insan değilim, parlar ve sönerim. Bu da babamdan aldığım nadir özelliklerden sanırım.

Adam, tuşlar ardında yaşıyor. Zehri tuşlara akıyor; tuşlardan ekrana, ekrandan birinin “Bak!” demesi üzerine başkasına. Yüreği yok adamın; yüze konuşmayı bırak, yazışarak konuşacak kadar bile cesareti yok. Oysa ne kadar da heybetli gösteriyor kendini, ne kadar “aşık”, ne kadar “seven ama sevilmeyen”, ne kadar “hep yanlış insanlara rastlamış.”

Hayat dediğimiz 60-80 sene içinde, hayata ne verirsen onu aldığını düşünürüm bazen. Sen kustukça, kusarlar yüzüne; sen küfrettikçe küfür yersin, arkadan konuştukça arkandan konuşurlar; negatifsen mükafatın negatiftir: ektiğini biçersin.

Aslında bir hiç adam. Yanlış anlaşıldığını düşünen ama aslında ÇOK doğru anlaşılan, kaybettiklerini hep bir nedenden ötürü kaybeden, o nedenin kendisi olduğunu bir türlü çözemeyen; bunun yerine sevgi ve saygı dolu avuç içi kadar ve sımsıcak “taşralı” yüreğinin, “şehir komünlerinin” sert elleri altında paramparça edildiğini varsayan... Bırak varsaysın, bıraksın biz de onu yoksayalım. Mükafatı budur çünkü.

Ben mükemmel bir insan değilim; hatalarım yüzünden acı çektiğim zamanlar oldu, yaptıklarım için hiçbir pişmanlık hissetmediğim zamanlar da; herkes gibi... İlgiye boğduğum zamanlar, ilgi istediğim zamanlar, kabuğuma çekildiğim zamanlar, kabuğa gitmek istemediğim zamanlar… Etrafımdaki insanlara neysem,nasıl hissediyorsam o an, öyle davrandım nabza göre şerbet vermek yerine. Gelip gidenleri bir kenara bırakırsak, hayat beni, neysem öyle seven onlarca dostla ödüllendirdi bence bu yüzden; yıllanmış, yıllanacak, biricik dostlarla. O yüzden, dört yazı öncesinde yazdığım gibi; giden gitsin; gitmek isteyeni tutamazsın, bir de sen “sen” olduğun için gidiyorsa, zaten tutmamalısın.

Aklı bir hesap makinesi adamın. “Sen beni şu kadar aradın.” diyor. “Ben seni şu kadar aradım.” İkisini çıkartınca birbirinden, elinde negatif kalıyor. Ben sana şu kadar konuştum, sen bana bu kadar konuştun. Seni şu kadar dinledim, beni bu kadar dinledin. Bu kadar değer verdim. Şu kadar değer verdin. Yaptım. Yaptın(!). Ettim. Ettin(!). Oysa edebilirdin, yapabilirdin, daha fazla değer verebilirdin, dinleyebilirdin, konuşabilirdin, arayabilirdin. Beni kazanabilirdin. “BENİ” kazanabilirdin. - kaybettin.

Dostluklarıma ya da sevgililiklerime hesap kitapla değer biçtiğim dönemler 5-6 sene öncesinde kaldı benim; 16lı 17li yaşlarda. Çünkü -artık daha da- farkındayım ki Ahmet’in ve Mehmet’in bana verdikleri değeri, kendi değer yargılarımla ölçemem. Başkasını örnek gösteremem ölçmek için çünkü o da Sezen’dir. Beni kendilerince severler. Sorgulamak haddime düşmez. Hakedersem fazlasını verirler, o fazlayı da kendi sevme biçimleriyle verirler. Ararlar ya da aramazlar. Sorarlar ya da sormazlar. Ama ben onlara sarıldığım an, uçarım mutluluktan. Bilirim ki, onlar da mutludurlar.

Adam konuşmaya devam edecek. Yazacak, çizecek, sövecek, sayacak. Oklarının hedefi kalp olacak,tam on ikiden vurduğunu sanacak. Oysa bilmiyor ki, kabuğa geliyor attığı oklar. Kalp, içeride zarar görmeden bekliyor, taktuk ok seslerine sadece asabı bozularak. 

Bu blog çoğu zaman yalnızca etrafımdaki çok özel insanların bildiği şeylerle dolu bir blog. Feanor, Onur’un kimliğinden çok daha bağımsız, kendini çok daha rahat ifade ediyor. Kendini çirkin görmesinden tut, aynaları sevmemesine; eski sevgili için zırlamasından tut, canını acıtan küçücük şeylere… içini açıyor. Bazen de söyle(ye)meyeceği, hissetmediği, hissedemeyeceği şeyleri kurmaca hikayelerle anlatıyor. Gerçek hayatta tanıdıklarım, bana buradan yazdığım şeyler üzerinden hakaret ettiği zaman kanıyor işte yüreğim. O an soruyorum kendime, kimseyle tanışmasa mıydım blog üzerinden? Halihazırda tanıdığım insanlara vermese miydim adresi? Feanor=Onur olmasa mıydı hiç? Ama o zaman burada sevdiklerime de ulaşamazdım diyorum kendime sonra. Kızıyorum böyle şeyler düşündüğüm için.

Adam bilmiyordu ki, sözcükler onu içerse de onun için yazılmamıştı. Dünyanın merkezi, kendisinden çok daha başka şeylerle doluydu, kendi dev aynasının aksinde büyük adamdı ama, başkalarının gözlerinden yansıması ufacıktı. Adam kusacak ve kusacaktı, ama bir daha cevap alamayacaktı.

---

Görsel: deviantart

13 Aralık 2010 Pazartesi

Yas, Sezonluk Bir Duyguydu.*




Alıp başımı gitmek istiyorum; hem vurasım var kendimi yollara, hem de vurulasım var o yollarda!

Bugün kahvaltımı 22 yaşında bir çocukla yaptım. İşi gücü bırakıp, seyyah olacağım ben demiş geçen sene Jordan. Biriktirdiği ne varsa koymuş cebine ve düşmüş yollara. Manhattan’dan Kanada’ya; sonra İrlanda’dan Fransa’ya, Fransa’dan Almanya’ya, Arnavutluğa, Yunanistan’a ve İstanbul’a uzanan bir yolculuğun hikayesini anlattı bana.

Dinlerken kıskandığımı fark ettim. Hasetimden çatlamak değildi bu ama! Kıskandım, çünkü biliyorum ki ben hiçbir zaman sahip olduğum her şeyi bırakıp bir sırt çantası ve düşlerimle, el yataklarında işsiz güçsüz aylar geçiremem. Benim tatilim haftalıktır: giderim, gezerim, içerim, yerim, dönerim. Kıskandım, çünkü o kadar cesur değilim. Hayallerimde seyyah olmak var ama hayallerimi gerçekleştirecek cesaret yok içimde.

Alıp başımı gitmek istiyorum; hem bulasım var kendimi yollarda, hem de kaybedesim adımlarda.

Gitmek… ama niye? Uzun zaman önce öğrendim gitmenin kaçmak olmadığını. Gidersem herkesi ardımda bıraktığımı sanırken, aslında hepsini yanımda götürdüğümü...

Gitmek içinde yepyeni şeyler uyandıran bir devinim ama. Yas sezonluk bir duyguysa, güzü bahara çeviren güç gitmek aynı zamanda. Gittiğinde herkesi götürsen de yanında, döndüğünde ne sen eski sensin, ne onlar eski onlar. Tekrar kaynaşmalı, bir olmalısın; emek göstermelisin.

Fotoğraftaki çocuk Jordan, yanındaki kız blogumda bir çok çizimini gördüğünüz on senelik dostum Derya; en boktan zamanımdan en mutlu zamanıma, kavgalı da olsak can ciğer kuzu sarması da, hep yanımda olmuş nadir insanlardan.

Biz küçük bir hayal büyüttük bugün. Tek bir cümleyle başladı bu hayal, şimdi reddedemeyeceğimiz kadar güzel. Bu yaz sonu, yıllık izni aldıktan sonra iş yerlerinden; otostopla Yunanistan’a gidiyoruz. Otellere para vermiyoruz, Couch Surfing’den bulduğumuz, bize sığınacak liman olacak insanlarda kalıyoruz; insan tanıyoruz, seviyoruz, paylaşıyoruz, biriktiriyoruz, büyüyoruz, büyüyoruz, kocaman olup taşıyoruz.

Yas sezonluk bir duyguysa ve gitmek vakti ilacıysa eğer yasın; gitmenin hayali o ilacın rahiyası, bir hayal bile iyi ediyor insanı.

Alıp başımı gitmek istiyorum; bu kez sevdiğim herkesi ve her anıyı sırt çantama sığdırıp, omuzlarım üstünde onları taşıyarak; döndüğümde farklılıklarımızı paylaşıp daha da çoğalarak.

Mutluyum.



---- 


*: Murat Menteş'in Korkma, Ben Varım adlı kitabından
Görsel: Derya ve Couch Surfing aracılığıyla tanıştığım Jordan ; Mecidiyeköy'de kahvaltı.

10 Aralık 2010 Cuma

Aşk Tesadüfleri Sever, Ben Mehmet'i.



**  Dünya çapında, insanlar Jacob ve Edward Team oluşturadursun ben Mehmet Team’deyim. “iyi” de deseler, “boktan” da deseler gidip görürüm Aşk Tesadüfleri Sever’i. Zaten son günlerde Mehmet Günsür hakkında fena rüyalarım var. ÇOK FENA.

**  Hüner Coşkuner ne içtiyse ondan istiyorum. İddialara göre Wikileaks’in henüz açıklanmamış belgelerinde bu konuya da değiniliyormuş ama, bence Hüner Coşkuner kafası, “Ben Tekim!” diyen Melek Yargıcı kafasıyla beraber bu ülkenin sahip olacağı en güzel kafalardan. Bu Cumartesi yeterince içebilirsem, “Ben bakirim!” diye bağıracağım Taksim’de! Kılıçdaroğlu belgelerle gelse bile, İSPATLAYABİLİRİM.

**  Elif Şafak’ın Firarperest’ini okuyorum. Roman, öykü ve çizgiroman okumayı seviyorum ben; nadiren de şiir. Bu kitap deneme olduğundan mıdır bilemedim ben onu ama okurken haz alamıyorum. Okumuş olmak için okuyorum. Üzdün beni Şafak, öptümkibbye.

**  Geçtiğimiz günler boyunca televizyon karşısında ağladım ben, bunu sömürü olsun diye söylemiyorum, bildiğin, oturup, hüngür hüngür ağladım. O yüzden artık izlemiyorum ana haber bültenlerini, gazeteden okuyunca daha az bozuluyor sinirlerim. Öğrencilerin yediği biber gazları, ağzı burnu dağıtılan o çocuk, bebeği dayakla düşürülen genç kız, halkımızın kızın dayak yemesini değil, bebeğin gayrimeşru oluşunu eleştirmesi, “dayağı haklı gösterme” çabası… Hepsi, her şey kanımı dondurdu. Neticede, Burhan Kuzu’ya atılan yumurta ve tuvalet kağıtlarını çok şık buluyorum. Ama konfetilere yazık olmuş. O öğrencilere “ Yumurtaları atacaklarına yeselerdi, biraz beyinleri gelişirdi, beyinsiz bunlar!!” diyen Burhan Kuzu: sana laflar hazırladım.

**  Bugünlerde bana inme değil, indie iniyor. Sevdiğiniz indie gruplarından örnekleri, yorum bölümüne yazsanız, şu fakiri sevindirseniz, bence on numero olur.

**  Ders çalışmaktan Road Runner hızıyla kaçtığım günler ardından, bu yazıyı bitirince teze devam etmeyi planlıyorum. Hepinizi bal gıdıktan öpüyorum.

7 Aralık 2010 Salı

Kelimeler Kifayetle Boğuluyor - MİM





Beenmaya mimlemiş beni, o mimler de ben yazmaz mıyım? Kelime kelime mimmiş konumuz. Buyrun:

*Felsefem: “Seveni skerler, skeni severler.” – ve ben hep sevenim lan.

*Hayat: Ya geçmişi anarak ya da gelecek için planlar kurarak yaşadığım şey. Carpe diem, canımsın ama ellerinsin.

*Çocukluk: Hala içinden tam anlamıyla çıkamadığım, artık çıkmak istediğim, hayatımın ne kadar sorumsuz olursam olayım suçlanmadığım için sevdiğim ama bir yandan da kendimi kabulleniş aşamasında çok zorluklar yaşadığım için nefret ettiğim dönemi.

*Güneş: Adana haricinde gittiğim her yerde sevdiğim şey.

*Gözler: Elif Şafak der ki: “Göz dedikleri şey şu hayatta tekmil gördüklerini unutmayı becerebilir de, görüldüğünü bir türlü çıkaramaz aklından. Şahitler olmasa geçmişini unutabilir insan. Şahitler varsa iş değişir. Çünkü onların her bakışı bir itham, varlıkları unutmaya engeldir.” Elif Şafak, gözümsün ama sen de ellerinsin, hem de çoluklu çocuklu.

*Yıldızlar: Bana gore hepsi ayı; ha küçük ha büyük.

*Güzellik: Görecelidir. Beni bile güzel buluyorlar, öyle düşün. LOL

*Sevgi: Her aşk bitermiş bir gün bildin? Heh, aşk bittiğinde kalan şey.

*Aşk: Objelere duyduğumuz his. Ben herkesin aşka aşık olduğuna inanıyorum. Gidenin ardından çektiğimiz onca sıkıntı, gidende değil; yaşadığımız şeylere olan özlemimizde saklı. Ne zaman yeni bir aşka yelken açıyoruz peki? Bizi mutlu edecek bir başkasını bulduğumuzda. Zor olan, o kişiyi bulmak. Bir kere tatmışsan aşkı, yeni bir aşka kadar, öncekinin aşkından kalanlarla kavruluyorsun, yanıp kararsan bile.

*Müzik: Fonda olmadığı müddetçe yarım hissettiğim şey.

*Dost: Dost dost diye nicesine sarıldım… İyi ki sarılmışım.

*Para: Para her şey değil ama her şey için lazım. Parayla saadet olur mu? Olur. Paran olmayınca, babayı alırsın.

*Zaman: Zamanın yaraları sarıp iyileştireceği hikayesi külliyen yalan. Zaman sadece üstünü kapatıyor yaranın, incecik bir kabuk gibi. O kabuk en ufak darbede kopup gidiyor, ardından kan, revan, falan, filan.

*Erkekler: Candır. :)

*Ağlamak: Sulugözüm ben. Ama artık mahrem benim için ağlamak. Arada dellenip bloga yazıyorum zırlarken, sonra “emosun olm!” deyip siliyorum. Dün yaptım, oldu.

*Deniz: ‘den babam çıksa yemem.

*Ayna: Bakınca 123 yaşında, kel ve obez bir adam gördüğüm şey. Aynaları sevmiyorum.

*Hayal: Hayatta ilerlememi sağlayan şey. İdeal hayalim, bildiğin Anadolu kadını hayali. Evlenmek istiyorum. Nikahıma tüm sevdiklerim gelsin, annem zırıl zırıl ağlasın, piyanist şantör eşliğinde değil disskodissko modunda eğlenelim, pembe panjurlu evimde eşimle, evlat edindiğimiz kızımız ve Zeus adlı köpeğimizle mutluluklara yelken açalım. E, tabii Türkiye’de zor. Türkiye’de yaşamaktan kim bahsetti ki zaten?

Mimi –yazmama özgürlüklerini kendilerinde saklı tutarak- 2 kişiye paslıyorum. Brajeshwari ve Mitsubüşü. Ne patlatacaklarını çok merak ediyorum.

Sevgiler.

- -

Görsel: Derya, hep Derya.

5 Aralık 2010 Pazar

Beni Uzaklara Götüreceğini Söyledi, Sorunları Çözeceğimizi*



- Fun Facts demek istiyorum ama okuyacaklarınız ne fun, ne de facts. -

- - Bat For Lashes, benim dinler dinlemez sevdiğim nadir gruplardan.
- - What's a girl to do, Daniel ile başı çekerek, en sevdiğim şarkılarından.
- - What's a girl to do'nun klibi bence en başarılı klipleri.
- - Hetero olsam ilk olarak grubun solisti Natasha Khan'a verirdim... dsakjhsdakd ya da öyle bir şey.

Klip "öyle", sözler "şöyle":

We walked arm in arm but I didn't feel his touch
A desire I'd first tried to hide, that tingling inside was gone
And when he asked me, 'Do you still love me?', I had to look away
I didn't want to tell him that my heart grows colder with each day

When you love so long that the thrill is gone
And your kisses at night are replaced with tears
And when your dreams are on a train to train wreck town
Then I ask you now, what's a girl to do?

He said he'd take me away, that we'd work things out
And I didn't want to tell him, but it was then I had to say
Over the times we've shared it's all blackened out
And my bat lightning heart wants to fly away

When you love so long, that the thrill is gone
And your kisses at night are replaced with tears
And when your dreams are on a train to train wreck town
Then I ask you now, what's a girl to do?

Böyle görllü mörllü şarkılar normalde beni açmaz, ama seni seviyorum Natasha, bebeğimsin.

Pazartesi sendromunun minimumda tutulduğu bir gün hayal ediyorum. Bu hayali gerçekleştirenlere ne mutlu; yarın 7de kalkacağım, sksen mutlu olamam.

Öperler.

3 Aralık 2010 Cuma

Olimpos'a Çaya Giden Ra.




Eskiden, henüz yumurta kapıya dayanmamışken, akademik heyecanla sarıp sarmalanmamışken, babamın beşiğini tıngır mıngır sallamazken ama boş zamanım çokken; Yeşilçam’daki anlamıyla “herkesle sevişmek” isteyen bir Onur vardı. Hayat sevince güzeldi, sevince tatlıydı günler; o yüzden herkesi severdi, ama herkes de onu sevsin isterdi. Adamı kadını fark etmez, dostluğun tohumları atılsın, tohum serpilsin, hemen büyüsün, hemen olgunlaşsın diye bol kepçeden boş zamanını itinayla ayırırdı etrafındakilere. Başbaşa buluşmalarda fevrice açıyordu sırlarını, fevrice istiyordu sırları, hatmediyordu bildiklerini. Hayat güzeldi gerçekten de, herkes “sevişmekteydi.”

Şimdi, arada sırada evden çıkıp dost muhabbetlerine scuba diving yapmak istediğim zamanlarda, kendimi Olimpos’a çaya gitmiş Ra gibi hissediyorum; Olimpos’da olan biten her şeyi kaçırmışım meğerse, zaman akıp gitmiş bensiz, yokluğum az kişi tarafından hissedilmiş. Anlıyorum ki, şimdi yokluğumu hissetmeyenler, aslında öncesinde de varlığımı hissetmemiş. Oysa pembesi gitmiş, tozu kalmış hayallerimde (n’aber Akalın?), herkesle dosttuk, kardeştik, vazgeçilmezdik, falandık, filandık.

Bilmiyorum bu yüzden mi, hayatımdan insanları çıkarmak çok kolay artık benim için. Eskiden her gidenin ardından günlerce ağlardım, şimdi o kadar çok kişi arkadaş, o kadar az insan dost ki benim gözümde, gidenlere üzülmüyorum. Kalan arkadaşlarla zaten “Selam, nasılsın, okul nasıl gidiyor, havalar da pek sıcak Aralık için.”

Önceden, ne kadar canımı acıtırlarsa acıtsınlar, sevgiyle uğurlardım gidenleri; şimdi elimizde kalan kokuşmuş dostluk/sevgililik pastasını, üstünü o an aklıma gelen tüm zehirli kelimelerle süsleyip, mumlarını yakıp, ellerine tutuşturup “öptümkibbye” diyerek uğurluyorum. Onlar diyor ki çok canım yanacakmış sakinleştiğimde… Hayır diyorum, bunca zaman sustum, siz yine de hakaret edip gittiniz; hiç kusura bakmayın beyefendi/hanımefendi, siz bu sözlerin katmerlisini hak ettiniz.

Eskiden insanlarla tanışmak çok kolaydı benim için. Gittiğim her ortamda, hemen herkesle kaynaşırdım. Blogtan tanıştığım insanlar sanırım bunun en iyi örneklerinden, ve onların tanıştırdıkları, ve onların tanıştırdıkları. Ama şimdilerde o kadar zor geliyor ki yeni insanlarla tanışmak, o kadar korkutucu ki benim için, kabuğuma çekiliyorum. Zaman yok tohum atmaya, tohum atsak bile büyütmeye zaman yok; gücüm yok, dermanım yok kendimi anlatmaya… Diyelim ki VAR; hadi canımı yakarsa onlar da, onlar gibi?

Eskiden anlayamazdım, hep yaşlandıkça etrafımda daha çok, daha çok insan olacak sanıyordum… Şimdi anlıyorum ki az ve öz’ü arıyorum. Şimdi anlıyorum ki temel atmak için her gün araşmak gerekmiyor, her gün konuşmak… Ra olarak da Zeusla dost kalabilirim, yılda bir buluşuruz ama buluşunca o bir yılın acısını çıkarabiliriz; iki gönül bir olduktan sonra; bize her yer kutsal dağ, bize her yer Mısır.

Bunun yanında, tartışarak bittiği için gerçekten üzüldüğüm insanlar da var. Tüm bu anlattıklarımı ilk fark ettiğim günlerde, gazabıma uğrattığım, karşılığında gazabına uğradığım kişiler. Günün birinde, karşılaşınca, sarılacağız ama onlarla, farkındayım bunun; eminim ki, onlar da farkında… ;)

Hakedene gönlümü açmayı, herkesle dost/sevgili değil, kimiyle sadece arkadaş kalabilmeyi, tanıştığım insanlarla şipşak değil yavaşça ilerlemeyi, herkesin beni sevmek zorunda olmadığını, sevenlerin de benim onları sevdiğim kadar sevmek zorunda olmadığını yeni yeni öğreniyorum ve bu öğrenme süreci beni çok yoruyor.

Sanırım, ergenliğim herkesten çok daha uzun sürdü, gerektiğinden fazla. Hala da sürüyor, ama ben artık çocuk kalmak yerine büyümek istiyorum, hayatımda ilk defa.

Sevgili Olimposlular ve henüz tanışmadığım Asgardlılar; arada Mısır’a gelin, bir tavşan kanı çayımı, bir biramı için.

Öpüyorum.

- -