23 Nisan 2009 Perşembe

Bir Çocuk Geldi Geçti İstanbul'dan...


Her şey, tek bir titreyiş içindi…

Duygusuz ve ruhsuz hissediyordu son zamanlarda. Yüzünde, mutluluğu çizmeye alışmış ellerin resmettiği, kusursuz fırça darbeleriyle oluşturulsalar da, o yüzde eğreti duran gülüş motifleri; dilindeyse, kendini kandırdığı yalan zamanlardan kalma atasözleri vardı, kendine nasihatlediği...

Her silkinemeyişte, silkelendi hunharca; her kendiyle yüz yüze gelmeye çalışışta, korktu ve kaybetti yüzlerini…

Şimdi, ardında, harcına aşk kattığı binaların, hayalet kentler oluşturan harabeleri var.

Şimdi, önünde, elekten geçirdiği hayatından ayıkladığı, ağızda kekremsi bir tat bırakan yalanların, sonu görünmeyen ovaları var.

Şimdi, kendinde, hiçbir zaman geri dönemeyeceğini bildiği; ama dönmek için uzun bir süre çabalamaktan, umut etmekten vazgeçmediği anların, anıların, hayatların, ömürlerin korkunç sessizliği var.

Umut yok artık!

Her şey, o titreyişi bir kere daha hissedebilmek içindi…
Ve bu bekleyiş, hiç sona ermeyecek…ti.
Erdi.

13 Nisan 2009 Pazartesi

Masallarla Uyuttum, Biri Hariç, İçimdeki Tüm Sesleri...


Bir bedenin uçsuz bucaksız topraklarına kurulu, her defasında tek bir ziyaretçiyi ağırlayabilecek kadar küçük ve sade bir han vardı eskiden. Vadettikleri, hiçbir zaman haddinden fazla değildi; ama ziyaretçiler bu handa konaklamayı severdi. Çünkü han, yoldaşlık ederdi misafirlerinin mutluluklarına, acılarına, hüzünlerine, gözyaşlarına… Kimi zaman aylar boyunca kimse uğramazdı hana, kimi zamansa, gidenin ardından, bir başkasına kapısını açardı hancı hanedanının.

Ama bir gün, kilit vurdu sahibi hanın kapısına. Dışarıda nice bekleyen, nice içeri girmek isteyen varken hem de. Yolculardan bazıları servetini gösterdi hancıya, bazıları vücudunu gösterdi, bazılarıysa hünerlerini… Başını salladı iki yana hancı, kilit vurduğu kapılar ardından, “Ne hanımın muhteşemliğinden, ne de sizin kıymetsizliğinizden bu reddediliş; gelenim var, onu beklerim, sadece onun girmesine var izin!” dedi, geri çevirdi konaklamak isteyenleri…

Herkes döndü kapının önünden bir bir, başka hanlar, başka sığınaklar aramaya. Ama biri vardı ki, bekledi. Ne malını mülkünü gösterdi, ne kendini. Sustu ve bekledi sadece kapının önünde, herkesin gitmesini.

Yalnız kaldıklarında hancı baktı adama, merak etti, beklediği o mudur diye… Çağırdı adamı, geldi adam kapının önüne. Anahtarı çıkarıp kilide soktu hancı, ama açmadı kilidi. Anahtar kaldı orada, adam kaldı, yolcu kaldı.

Ve sordu hancı… “Kimsin?”

“Benim…” dedi adam, adını zikretti ardından.

Hancı bozmadı istifini, yineledi sorusunu, hem de ne heyecanla!

“Kimsin?”

Adam durdu. Anladı soruda bir Ali Cengiz oyunu olduğunu... Cevap vermedi, gözlerini indirdi ve düşündü.

Günler geceler geçti, adam düşündü. Ne hancı adım attı yerinden, ne yolcu. Bekliyordu ikisi de, beklenilen zamanın kıymeti yoktu, zaman akıp giderdi, yeter ki beklenilen zamana değsindi.

Ve bir gün aniden “O’yum,” dedi adam, “beklediğinim…”

Gözleri doldu hancının, çekti kilidi yerinden. Arkasını döndü ve “Hayır,” dedi, “değilsin.”…

“Ama neden?” diye bağırdı adam hancının ardından…

“Beklenen olmadıktan sonra, sebeplerin ne önemi var?” dedi Feanor…

Kapı kilitli kaldı, han yolcusuz, hancı yoldaşsız.

Doğru olan beklemekti, çünkü zaman kıymetsizdi, akıp giderdi; yeter ki beklenilen zamana değsindi…

**************************************************************************************

Derler ki, bir gün Tebrizli Şems, Mevlana’nın kapısını çalmış.

Şems’in gözlerine duvarlar engel değilmiş, görürmüş kapıların ardını, ona kapıyı açmaya gelenin Mevlana olduğunu anlamış.


Celaleddin Rumi ise, gönlüyle bağlı olduğu, ateşiyle piştiği insanın olduğunu, yani Şems olduğunu bilirmiş kapı ardındakinin.


Ama yine de sormuş, “Kimsin?”.

Şems cevap vermiş, “Benim, Şems.”

Mevlana hiç istifini bozmamış, kapıyı açmamış. Ardından tekrar sormuş, “Kimsin?”


Şems gülümsemiş, sorunun bir Ali Cengiz oyunu olduğunu kavramış. Kısa bir suskunluk ardından, “Senim!” demiş, “aç kapıyı Mevlana…”

Mevlana açmış kapıyı, kucaklaşmışlar Şems ile. Bir’miş onlar iki bedende. Nerede, kiminle, nasıl olurlarsa olsunlar, Bir kalacaklarmış ve de…

**************************************************************************************

Beklediğim Çocuktur benim, gelir mi bilmesem de…

9 Nisan 2009 Perşembe

Vize Arası


Bir süredir, ki son bir buçuk haftaya tekabül ediyor sanırım bu dönem, doğru düzgün bir şey yazamıyorum; kafam çok karışık, birisi/birileri kafamın içine ellerini sokup, beynimi mıncıklamış, beni darmaduman etmiş gibi hissediyorum çünkü.

Aldığım 6 kazık dersle beraber, zaten ultra-hardcore hazırlanmış olan sınav programım, güzide fakültemin pek sevgili öğretim görevlilerine yetmemiş olacak ki, "Bir bilgisayar mühendisi öğrencisi vize döneminde nasıl asosyalin, otun, (ne bileyim), malın(?) alası yapılır" şeklinde düşünüp, nur topu gibi projecikler müjdelediler bize bu hafta. Topu aynı anda geldiğinden sanırım, gelecek 2 hafta boyunca zihnimde bir bir birdirbir oynayacak tüm o projeler, kağıt başında geçirdiğim vakit kadar, bilgisayar başında kod yazarak geçireceğim vakit var çünkü.

Hani ben durmadan diyorum ya, içimde şöyle Feanorcuklar var, böyle Feanorcuklar var diye...

Sonunda gelebilmiş baharın ardından evine, odasına, sigarasına, kağıtlara gömülecek olan benlerden bir adeti, çok mutsuz son günlerde.

Bir başkası hala eskilerde yaşıyor, diğeri gelecek için umut besliyor, diğerinin kafası allak bullak, çünkü, belki bu sefer adam gibi sürüp gidecek bir ilişkinin öznesi olan çok tatlı bir adam bekliyor hayatının bir ucunda (gerçi İsveç'e gidiyorum seneye, nereye sürüyor lan geri zekalı alt benlik!); bir başkası hala Çocuk'un 3 ay sonra onunla konuşmasının şokunda, -ki zaten azarlıyor diğerini ne halt yemeye çalışıyorsun bekle, dur olduğun yerde diye. Diğeri diyor, onun da sevgilisi var. Öbürü çemkiriyor, en azından senden sonra buldu diye... Bir başka ben, umutsuz haykırışlarda, "Gel bana geleceksen, sana dünden hazırım zaten!" diye... Ama bir başka ben, kızgın... Kızgın işte. Kırgın bir de.

Biri, diğeri, öteki... Kendi içimde bölüne bölüne, ben dediğim şeyden ne kadar da uzaklaşmışım ona şaşırıyorum bazen.

İçlerinde bir tanesi var ki, en çok onu seviyorum son günlerde... Hepsinin taaa bişeysine koyayım diyor. Bayılıyorum bunu diyen Feanor'a.

Kıssadan hisse diyecek olursak, 24 Nisan'da sonlanacak vizelerim. Ve ben o zamana kadar, pek buralarda olur muyum bilmiyorum, haber vereyim dedim sizlere. Sürekli düşünmekten, kurgulamaktan dolayı, beynim "fatal error" verip, bir bilgisayarmışçasına çökmek üzere galiba. Bu durumda nasıl ders çalışırım, nasıl proje yaparım; hiçbir fikrim yok...

Ders aralarında uğrarım sayfalarınıza dayanamayıp sanırım. Ama olur da gelemezsem, yorum yazamazsam, sesim soluğum çıkmazsa iki hafta kadar; unutmayın beni, özleyin bir de lütfen.

Hem zaten, büyük ihtimalle, birinci haftanın ardından, kafayı yeme aşamasına gelip, blogu açıp bir şeyler yazacağım yine günlük modunda, böhühühühühü böyle böyle oldu diye... Ama, her ihtimali düşünmek lazım yine de.

Neyse sustum ben, sevgiler and the saygılar efennim.

Bir an evvel inek moduna geçmesi gereken, Feanor.

7 Nisan 2009 Salı

...

İçimde saçmalamak için söz hakkı isteyen yüzlerce Onur var.

Susuyorum o yüzden bir süredir.

Hangisinin konuşması gerektiğine karar veremiyorum.

Bekliyorum...

2 Nisan 2009 Perşembe

Öyle İşte...


Yatağıma uzandım ve radyo dinledim bu akşam biraz. Bizim şarkılarımız çıktı, hem de üst üste...

Ağladım yine.

İçimde köreltmek için çok çaba gösterdiğim bir aidiyet duygum var benim. LaL anlar, sevgi arsızlığı bu belki de; aşka aşık olma halleri...

Ama bu sefer dur diyorum kendime, özlemlerimin sahibi Çocuksa eğer, bırakıyorum zaman aksın, başkaları değil zaman geçirsin bu özlemi, geçecekse eğer...

Belki de ancak bu şekilde gerçekten büyüyebilirim.

Ama bu akşam, kokusunu çok özledim! Burada, yanımda olsa, sarsam onu, sarsa beni...

Sustum.