24 Şubat 2009 Salı

Boşluk Olmak



Arkasına yaslanıyor yeşil gözlü kadın, kollarını göğsünde kavuşturup, “2,5 yıldır haftada bir kez geliyorsun buraya; ama hala aşamadığımız, birkaç haftada bir mutlaka karşılaştığımız şu ‘boşluk duygun’ var ve sen kaçıyorsun ondan Feanor, kaçtıkça büyüyor gözünde o duygu, daha da korkutucu oluyor senin için. Artık onunla yüzleşmenin vakti geldi bence, ne dersin?” diyor.

Susuyorum.

“Bak şimdi ne yapacağız!” diyor avuç içlerini birbirine vurup, ”Önce şu boşluğun nasıl bir şey olduğunu betimlemek lazım, somutlaştırmamız lazım yani boşluğu. Onu tanımaya çalışmadan önce, ilk kez yüz yüze geleceğin haliyle anlatmanı istiyorum bana. Birazdan gözlerini kapatmanı isteyeceğim senden, ardından sana “Boşluk ol Feanor!” diyeceğim gözlerin kapalıyken ve sen bir senaryo üreteceksin. Bir film izliyor olabilirsin mesela veya bir filmde rol alabilirsin; bir heykel yapabilirsin, ya da bir heykel olabilirsin! Zaman-Mekan-Olay sınırımız yok, istediğin her şeyi hayal etmekte serbestsin, yeter ki tarif edebil kaç zamandır kelimelerinin arasından baş gösteren şu boşluğu… Anlaştık mı?”

Kararsızım, ama “Anlaştık…” diyorum.

“Tamam o zaman, kapa gözlerini şimdi.”

Sessizlik…

“Boşluk ol Feanor!”

Cümleler arasında neredeyse nefes bile almadan anlatmaya başlıyorum.

***

Bir sahnedeyim, bir tiyatro sahnesi. Perde çoktan açılmış, ben sahnenin ortasındayım, ardımda fon olarak bir başka perde var, kırmızı renkli. Işık tam yüzüme geliyor herkes rahatça görsün diye beni, ama çok parlak ışık, gözümü acıtıyor.

İnsanlar var beni izleyen, bir salon dolusu insan; ama yüzü yok hiçbirinin, bedenleri var ama yüzleri yok, çıt çıkmıyor salonda, kimse kıpırdamıyor; herkes beni bekliyor, şovumu görmek istiyor; ne kadar, ne kadar da istekliler!

Soluma bakıyorum; kumral, kahverengi gözlü bir kadın, sahne arkasından beni izliyor, sahnede benim haricimde bulunan tek insan o, kafasını sallıyor “Yapabilirsin!” dermiş gibi, “Göster onlara günlerini!” der gibi; yardım etmeye çalışıyor bana. Gülümsüyor ardından; gülümsüyorum ona, yapabilirim diyorum. Olabilirim. Dönüşebilirim.

Ardından başlıyor. Yüzsüz izleyicilerin her birinden şaşkınlık nidaları yükselirken - ki o sesler nasıl çıkıyor bilmiyorum- ben biçim değiştiriyorum. Siyahlaşıyorum, büyüyorum; genişliyorum. Seyircilerden bir kaçı çığlık atıyor, ama kimse kıpırdayamıyor hala, herkes öylece durmuş, beni izliyor. Zift gibiyim şimdi, yere değmiyor bir bedenden çok bir amip formunu andıran iğrenç cismim; dalgalanıyorum havada, havayı yalayan kapkara uzantılarımla.

Bir yaratık şeklindeyim, bir kurt zihnindeyim; derin bir açlık hissediyorum ve ölümcül bir korku içindeyim; bedenimi kontrol edemiyorum. Bir parçam, sahne arkasında bana gülümseyen kadına uzanıyor, bir sakız gibi uzayıp gidiyor ona doğru; kadını tam belinden kavrıyor. Sarıyor sonra yılan gibi, vücudunu kaçamayacağı bir şekilde sıkıyor, bana doğru çekmeye başlıyor ardından.

Kadın çığlık atıyor sahnenin ortasında, çekip almaya çalışıyor o siyahlığı üzerinden, ama o dokundukça daha çok bulaşıyorum ona; debelendikçe onu daha çok sarıyorum; kadın tepiniyor sahnede bana yaklaşmamak için, yere düşüyor o panikle ama ben çekmeye devam ediyorum; bir bataklık gibiyim, o koca salonda bana yardım etmek isteyen tek varlığı sıkarak içime çekiyorum; kadın çığlık atıyor, ben onu içime çekiyorum; kadın ağlıyor, ben onu içime çekiyorum; kadın yalvarıyor, ama ben devam ediyorum; ve boğuyorum sonra, tüm karanlığımla onu kaplıyorum, yutuyorum, ve yok ediyorum.

Taş kesilmiş seyirciler var şimdi karşımda, salonda hala çıt çıkmıyor. Ve ardından yüzsüz bir kadın koyveriyor kulak tırmalayan çığlığını, tüm heykeller kendilerine geliyorlar ardından; kaçıyorlar, arkalarına bakmadan, birbirlerini eze eze, daha güçsüz bedenler üstünde tepine tepine, kaçıyorlar. Benden kaçıyorlar. İstesem yakalarım hepsini, istesem yutarım onları da; ama durduruyorum O’nu, sonunda, her şey için geç olsa bile, dur diyebiliyorum O’na.

Sonrasında küçülüyorum, önce yere değiyor katran karası uzantılarım, sonra ayaklarım oluşuyor, bedenim ardından, ellerim sonra, ve yaşlı gözlerim ardından…

“Ben böyle olsun istememiştim” diyorum başımı dirseklerimin arasına sıkıştırıp, boğazımı yırtabilecek kadar bağırarak. “Siz istediniz dönüşmemi, siz istediniz göstermemi; ben böyle olsun istememiştim, gerçekten, istememiştim, istememiştim…” diyorum, bağırışlarım fısıltılara dönüşüyor. Ağlıyorum. Kaçıp gidenlere ağlıyorum. Bana yardım eden kadını yok edişime ağlıyorum. Sözümü bozuşuma, bir kere daha gösterişime içimdeki “şeyi”; ağlıyorum... Bir daha olmayacağına dair, yine, söz veriyorum kendime hıçkırıklar arasında.

Işık hala beni gösteriyor, ışık hala çok parlak. Ardından hayalet eller kapatıyor o ışığı.
Sahneye, sahnede kalarak, kendi karanlığımla, yapayalnız veda ediyorum.

Zifiri karanlıkta fısıltılarım duyuluyor sadece, “…istememiştim; gerçekten, istememiştim…”

***

Son beş dakikadır yere bakıyorum, konuşmamı bekliyor biliyorum. Ama susuyorum işte, yaptım yapmamı istediği şeyi, onda konuşma sırası, iç çekiyorum, şimdi bir sigara nasıl da iyi giderdi.

“Ne anlama geliyor sence bu anlattıkların, yorumlar mısın benim için?” diyor.

“Bilmiyorum.” diyorum.

Susuyor, susuyorum

Çünkü ikimiz de biliyoruz;

yalan söylüyorum…

18 Şubat 2009 Çarşamba

Blog Ödülümsüsü


Bekleşen 3 adet mimim var ama önceliği bu furya yok olup gitmeden ödül mimine vermek istedim :)

Sevgili noir vermiş bu ödülü bana, teşekkür ederim çok çok; bize ödül verene ödül verebiliyor muyuz bilmiyorum, aşağıda 7 ödül verdim ama +1i buradan noir'e veriyorum :) Senin asiliğine, küfürlerine, bana kahkahalar attıran yazılarına hayranım noir, sana da hayranım aslında, kıskanırsa kıskansın elize :)

öhöm.. bunlar da benim diğer ödüllerim :)

1) ilk olarak, theasaurus ; bu blog işine senin sayende bulaştım; bir blog açmadan önce bile yazılarını, şiirlerini takip etmekteydim; hala da aynı keyif ve hayranlıkla okuyorum, sevgiler Polonya'ya ve sana memleketinden...

2) beenmaya'm; kırmızı'm, güvercin'im :) blogumu açışımın ilk haftasında tanıştım seninle yüz yüze ve harika vakit geçirdim, beni nasıl cesaretlendirdiğini hatırlıyorsun değil mi o gün yazmam için? :) Okuduğum her yazında, çocukluğunda bile, kendimden bir parça buldum. Her yazımı dikkatle okudun, her yazıma yorum yaptın; hoşlanmadıysan eleştirmekten hiç kaçınmadın. O harika karalamaların ve bana çok şey katan yorumların için bu ödül :)

3) brajeshwari; benim için huzurun ardına kadar açık kapısı olan kadın... Blogta karşılaştığımızdan beri, okuduğum her yazında, ne kadar mutsuz olursam olayım, huzur doldu içim. Yazdığın yorumlar bile sakinleştirdi beni, çoğu zaman özeleştiri yapmamı sağladılar hatta. Sen, yazıların, yorumların; iyi ki varsınız... :)

4) LaL; karanlığın kraliçesi... Okuduğum bir çok blogtan farklı senin blogun; ve senin yazılarında, okuduğum bir çok yazının aksine kendimi bulmuyorum. Ama seviyorum, biliyorsun ki çok seviyorum; çoğu zaman kurduğun cümlelere hayranlıkla bakakalıyorum, içimde uslanmaz bir depresif yatıyor benim, ve bu yüzden bazen hüzünle bile mutlu oluyor bedenim. İyi ki yazıyorsun, sevgi arsızı Lal'im.

5) Karoshi; önceki blogunu yakalayamadım; şimdi takip etmeye çalışıyorum herbir şeyini. Yazılarında bulduğum o saf içtenlik içimi ısıtıyor benim, o yüzden her daim keyif alıyorum seni okumaktan, sen de varsın iyi ki :)

6) Eğrelti; sen de ilk takip ettiklerimdensin, elimden geldiğince yazdığın her şeyi okuyorum, kendine ait yazma stilin, kim okur ne der takmadan istediğin her şey hakkında yazışın ve düşüncelerinle hep keyif verdin bana. Şimdi hayatımdasın, seni hem okuyor, hem dinliyorum. Çok daha fazla anlam kazanıyor okuduklarım o yüzden. iyi ki varsın kuzucum; kuzum olduğundan değil, bağımlılık yapıp kendini okutturduğun için, bu ödül senin :)

7) Fiktirella; sessiz sedasız izliyorum ben seni; belki her yazına yorum bırakmıyorum ama emin ol çok seviyorum yazılarını. Hem yazılarına, hem de bayıldığım sayfa tasarımına bu ödül, sen de iyi ki varsın :)

Bunun dışında, izlemeye aldığım herkesi aksatmadan okuyorum; bunlar aslında aklıma gelen ilk 8i, beenmaya'nın umur listesine yaptığı gibi, hepinize ödül vermem gerekir asıl; yalnızca mimin gereği yerine gelsin istedim. O yüzden hepiniz iyi ki varsınız, hepiniz iyi ki yazıyorsunuz :)

Eh, şimdi gidip haber vereyim ödül sahiplerine,

sevgiler efendim.

16 Şubat 2009 Pazartesi

Bir Geceliğine Oneiros Olmak – (IV) – Şimdinin Rüyası

Saatlerdir karşılıklı oturuyoruz Olympos’un taşlı sahilinde, ben yerdeki taşlarla oynuyorum, o ise hep bana bakıyor; konuşmuyoruz ne zamandır. Güneş batmak üzere ve yalnızız o sahilde; neden sonra, sessizliği başlatmış Çocuk, sessizliği bozuyor.

“Bunu neden yapıyorsun?” diyor bana. Neyi sorduğunu biliyorum, ama her köşeye sıkışmış hissettiğimde yaptığım gibi; soruya zaten cevabını bildiğim bir soruyla karşılık veriyorum; “Neyi?”.

“Neyi kastettiğimi biliyorsun, ‘bunu’ kastediyorum. Ben artık yokum senin hayatında, ama sen yine de bir yolunu bulup bırakmıyorsun beni. Önceden kolundan tuttuğumu hissettiğin an, geri çevirirdin gitme kararı almış bedenini; ama artık kolundan bile tutmuyorum Feanor, özgür ol, özgür kal diye… Öyleyse neden hala buradasın? Neden beni bulamadığın o gerçek hayata gözlerini yumup, rüyalarda arıyorsun beni? Hayatına neden devam etmiyorsun, neden benim gölgemin altında yaşamayı seçiyorsun; neden sen beni özgür bırakmıyorsun?”

Dudak ucuyla gülümsüyorum ve o tanıdık yaşlardan bir tanesi usulca süzülüyor yanağımdan.

“Çünkü özlüyorum seni… Sen gittiğinden beri çok şeye alıştım, çok şeyden vazgeçtim; ama sensiz hep bir yanım eksikmiş gibi geliyor bana. O eksikliği sadece sen dolduracakmışsın gibi geliyor, o yüzden hala sen gel, sen ol istiyorum. Ama bunu istemeyi istemiyorum; seni bırakmayı ben de istiyorum, ama… ama…”

Sesim çatlıyor, konuşamıyorum; atıp taşları titreyen ellerimden, yüzümü ellerimin arasına gömüyorum. Yüzümü gömüyorum, binlerce maskem ardına karışsın gitsin diye o da, yeni bir yüzüm olsun diye; belki yeni yüzümle artık bu kadar yalnız hissetmem diye…

“Ah be Feanor’um,” diyor ve kaykılıp taşlar üzerinde, yanıma yaklaşıyor; çekip alıyor yüzüme mezar olacak ellerimi, tutuyor onları, gözlerimin içine bakarak konuşmaya başlıyor; çünkü biliyor, ne kadar maske takarsam takayım; gözlerim her daim gerçek kalacak tek şey bu yüzde.

“İlk sevdiğimdin sen benim, ilk ilişkisiydik birbirimizin; kaç zaman geçti, neler öğrendik bu ilişkiden… En sinirli olduğumuz anlarda, bazen tahammülümüz bile olmadığında birbirimizin sesini duymaya, inandık ve vazgeçmedik; sevmeye devam ettik, güvenmek neymiş öğrendik. İlişki demek problemler yumağı anlamına gelmezmiş; az mutluluk, çok kavga gürültü değilmiş; baki olan bir mutluluk demekmiş, bunu öğrettik birbirimize. Yaşanacak ilkler hiç bitmezmiş bunu gördük. Nasıl sorumluluk alınır, nasıl tartışılır, nasıl gönül alınır, nasıl barışılır; öğrendik, öğrendik, öğrendik…

Ama şimdi, bir ilişki nasıl bitirilir bunu öğrenmemiz gerek Feanor’um. Çünkü zamana yenik düştüysek “biz”; kaybettiğimiz şeylerden çok daha fazlasını kazanarak yenildik zamana; sündürülmemiş, hırpalanmamış bir sonu hak ediyor bu ilişki, o yüzden bitir artık; uyan, ve devam et yoluna, ne olur…”

“İstiyorum, inan, ama bunu nasıl yapacağımı bilmiyorum…” diyorum.

“Bak,” diyor çocuk, “arkadaşların yardım etmeye gelmiş sana bunun için…”

Arkamı döndüğümde bir kalabalık görüyorum; hepsinin ellerinde farklı ebatlarda, farklı renkte defterler var; diğer ellerinde minik bir defter tutuyorlar; ve o birbirinin aynı bordo defterler, her nedense, benim evimdeki, öykülerimi yazdığım defterin de aynıları. Defterliler etrafımızı sarıyor o an; ayağa kalkıp, kaçıp gitmek istiyorum; ama karşımda yalvaran gözleriyle karşılaşıyorum Çocuğun, “N’olur bu sefer dur, n’olur dur…”, iç çekiyorum, gidip yanına oturup ellerinden tutuyorum. Duruyorum.

En öndeki kızıl kadın, elindeki kırmızı günlüğü yere bırakıyor önce; ardından hepsi, kendi defterlerini yanlarına bırakıyorlar. Benim defterimi açıyor kızıl kadın, ardından hepsi, benim defterimi açıyorlar.

“Bazen kendi defterlerimizi, ait oldukları özel yerlere kaldırmalıyız; kaldırmalıyız ki zaman örtsün üstlerini tozlarla, kapatsın yaraları, durdursun kanamaları. Vakti geldiğinde, çekip o defteri en üst raftan, tozlarını sileceksin usulca Feanor; çok iyi bildiğin bir öyküyü tekrar okuyacaksın için acımadan; ama her öykü biraz tozlanmalı, bir kere daha okunmadan! Bırak kendini artık, yüzünde acının değil, özgür olmanın rüzgarını hisset; bırak zaman defterinin olduğu kadar senin de kesiklerini kapatsın…” diyor kızıl kadın. Ardından koparıp bir sayfasını defterimin, üzerime bırakıyor.

Yanında varlığı bile bana huzur veren bir başka kadın var Kızıl’ın; “Sen önce kendini sev Feanor; kendini sevmedikçe sevemezsin insanları yeterince; kendini sevince her şey daha kolay olacak inan! Sen yeter ki güven kendine; derin bir nefes al ve bırak kendini; ve bil, seviyorum seni…” diyor ve bir sayfa da o koparıp atıyor üzerime; bunu yaparken yanındaki kızıl kadın ikinci bir sayfayla eşlik ediyor ona.

Huzur’un yanında bir adam var, diğerlerinden farklı olarak ciddi değil yüzü; sırıtıyor bana, “Ah be Kilikyalı!” diyor, “geç bile kaldın bu vedalar için! Çocuğa edecek daha çok veda bulursun istesen, ama umarım bu son olur, çünkü son vedalar hep en güzeli olur.” Bir sayfa da o atıyor üstümüze yırtıp, onunla beraber Huzur ve Kızıl da atıyor ikinci ve üçüncü sayfalarını.

Adam’ın yanında bir başka kadın, gülen yüzü, hüzünlü gözleriyle; paramparça olmuş, bölünmüş benliğiyle gururla bakıyor bana. “Bak,” diyor, “senin için çıkıp geldim karanlığımdan; sen gül, biraz mutlu ol diye. Sen hep iyi geldin bana yavru kuş, bu sefer de ben iyi geleyim istedim sana; canın acımayacak demiyorum, çok acıyacak; ama hüzne veda etmenin bir bedeli vardır; o da, ben çok iyi bilirim ki, daha çok acıdır…”

Ve kağıtlar ardından; ardından bir başka insan, ardından bir başka öykü; ardında karanlık.

Yapılan her konuşma bir veda aslında biten, ölen ilişkimize ve bir ölünün mezarına atılan toprak parçaları gibi üstümüze zarifçe bırakılan kağıtlar… Üstümüze düşen hiçbir kağıt, kağıt ağırlığında değil ve de Çocuk; her biri yaşadıklarımızca, tonlarca ağır; ve hepsinde mutlu ve mutsuz olduğum her ‘an’ım, her ‘anı’m var. Her kağıt biraz daha eziyor bedenlerimizi, her kağıt biraz daha gömüyor bizi; an geliyor seni göremiyorum, an geliyor nefes bile alamıyorum. Bizi yaşadıklarımızla, benim kelimelerimle gömüyorlar Çocuk; ve ben tüm bu seremoni sırasında bir kez olsun elini bırakmadığımı fark ediyorum. Hala kağıtlar, anılar, hayal kırıklıkları yağarken üzerimize; ruhumuzda hatıraların yükleri, kulaklarımızdaysa veda sözcükleri varken ve gözyaşlarım bir kez daha ıslatırken o sayfaları, bırakıyorum ellerini; git artık, gidebileyim artık diye.

Bu vazgeçiş, zorunluluktan değil, bu sefer ben de çok istedim arkamı dönüp gitmeyi, bırakmayı ellerini. O her sayfası benle ıslanmış defteri ilk açışımdan beri veda etmeye çalışıyorum sana; ama belki de yapmam gereken sadece zamana bırakmaktı her şeyi, ve sensizliği kabul edip yaşamaya devam etmekti hayatı; “çalışmamalıydım” yani veda etmeye, ‘unutuş’ kendiliğinden, yavaşça gelmeliydi.

Eskiden üzerimdeki gölgen sensizken bile huzur verirken bana, artık üşütüyor beni; bu yüzden bir şekilde devam etmek istiyorum yoluma, yine senle yaşadıklarımızı hatırlarken gülümseyerek, ama ilk defa artık seninle başka anılar istemeyerek... Bir adım dışarı atıp gölgenden, güneşle yıkayıp yüzümü, gülümsüyorum.

Bu seni rüyalarıma son kez çağırışımdı Çocuk; mutluyum ben, mutlu ol sen de; ve lütfen iyi bak kendine…

9 Şubat 2009 Pazartesi

Bir Geceliğine Oneiros Olmak – (III) – Geleceğin Rüyası

Uyudum önce, düşümde düş görmek için.
Geçmişi andım sonra, kefaret ödemek, ödetmek için.
Şimdi gelecek zamanların acısını tatma zamanı…

Beklentisi olmayan insan yoktur hayatta; beklentisi kalmamış insan intiharı seçip ölür gider zaten; “Hiçbir beklentim yok” diyen ve yaşamaya devam eden insan yalan söyler, kandırır kendini; kandırmaya çalışır karşısındakini, ama çoğu zaman kanmaz karşıdaki…

Ben kandırmaya çalışmadım kimseyi; şimdiden beklentim yoktu hiç, yarınlaraydı umudum. Ama ben hep aynı Feanor oldum; bir dostun dediği gibi, eğer bir ev idiyse tanıdığım insanların ilişkileri, ben sık gidip her gidişimde küçük bir eşyamı bırakarak yerleşmek yerine, üçüncü seferde elimde koca koca bavullarla gittim; yani acele ettim, tükettim, tekmeledim, bitirdim; ya da karşımdakinin bunları yapmasına sebebiyet verdim. Yapmam gereken tek şey beklemekti oysa, ama ben hiç durup, soluk alıp, bekleyemedim.

Ey Rüya Şahidi! Az kaldı, bitiyor anlatacak rüyalar, tükeniyor öyküler! Gelecek ve geçmiş bu kadar çarpıksa, ne kalır ki geriye bu hikayeden sonra; benim naçizane, kapkara şimdimden başka?


Parçalı bulutlu bir Pazar gününde, tren istasyonundayız; ben, Adı Bilinmeyecek Olan ve bizi yolcu etmeye gelmiş arkadaşlarımız... Herkesin yüzünde sevinç, herkes gülüyor birbirine sürekli; neşemiz ısıtıyor bizi. Gidip kedi gibi sürtünüyorum, sakallarımı batırıyorum Adsız’ın kollarına; o da sırıtıp boynumu okşuyor; sevgilim değil hala benim, ama yine sevgilimmiş gibi yapıyor.

Gülüyorum, gülüyor; ‘gülüyoruz’…

Yıllar geçmiş Çocuk’un üstünden bu kez. Adı Saklanan’dan çok daha önce kapatmışım yaralarımı, durdurmuşum kanamamı üzerine türk kahvesi döküp, pamuklarla sıkıca bastırarak; anne yöntemiyle.

Mutluyum yani, mutlu o da; ‘mutluyuz’…

Dostlarla vedalaşıp biniyoruz trene, yataklı vagonlardayız, buluyoruz ‘odamızı’ , yerleştiriyoruz eşyaları. Oturup konuşuyoruz uzun uzun, yıllar önce yaptığımız gibi, arada öpüşe koklaşa, kahkahalar atarak. Üstünden yıllar geçmemiş sanki görüşmeyişlerimizin; benim iki parçaya ayrılışımın, sevdiklerimi iki parçaya ayırışımın…

Teni tenime değdiğinde canım yanmıyor bu defa. Çünkü biliyorum ki bu sefer farklı bir şeyler, hissediyorum, daha farklı dokunuyor, okşayışları daha sıcak, dudakları daha istekli; gözlerindeki pırıltı gidip gelmiyor artık. Galiba Giz Adam da istiyor beni şimdi, benim onu istediğim gibi.

Kahve istiyor benden. Sütsüz ve sert sever kahveyi, çıkıp ‘odamızdan’ dışarı, büfeye ilerliyorum. Yanımdan beyaz tenli, siyahlar içinde bir kadın geçiyor, kadının teni gündüz, kendi gece sanki. Gözlerime, gözlerimden ruhumun en derinlerine ulaşmak istercesine bakıyor ve sanırım ulaşıyor da; ama ben onun gözlerinde bana duyulan saf bir nefret görüyorum sadece.

Uzaklaşıp gidiyor kadın, uzaklaşıp gidiyorum; ama yine bir şeyler yanlış gidiyor, biliyorum.

Alıyorum kahvemi ve dönüyorum ‘odamıza’. Ben içeri girecekken kapı açılıyor ve kadın çıkıyor içeriden, gülümsüyor yüzüme, kin dolu gözleriyle; “Korkma,” diyor , “biraz konuştuk sadece; onu almana izin veremezdim senin, rüyalarda bile!”

Kahveleri atıp ayağının dibine, içeri giriyorum ve onu görüyorum. Oturmuş, boş gözlerle yere bakıyor. “İyi misin Adı Saklı?” diyorum. Beni duymuyor, yere bakmaya devam ediyor. Adını tekrar ediyorum yanına yaklaşıp, diz çöküyorum önünde, bana bakmıyor, beni görmüyor. Ellerimi yanağına dokunmak için uzatıyorum, dokunuyorum, o an irkiliyor ve bakıyor yüzüme, sonra olanca gücüyle vuruyor ellerime, itiyor titreyen ellerimi, bağırarak “Dokunma bana!” diye.

Yaşlar gözlerime doluyor, hüzünse kalbime…

Ayağa kalkıp bakıyorum yüzüne. O da ayakta şimdi. “Bana neden bu kadar değer veriyorsun ki?” diye haykırıyor yüzüme. “Sana değer veriyorum çünkü,” diyorum, “sen yanında kendimi güvende hissettiğim tek insansın; ve bu yüzden seni çok ama çok seviyorum.”

Okkalı bir tokat patlıyor yüzümde bu kez. Yanağımda kıpkırmızı bir avuç içi şekli şimdi, beş de parmak izi çevresinde. “Karşılık veremediğim duygular yüktür benim için. Ağırsın, ağırlıksın bana Feanor, istemiyorum seni, defol git bu vagondan, defol git bu trenden, görmeyeyim bir süre seni!” diye bağırıyor bana, beni öpen, içimi ısıtan, dokunuşuyla bedenimi eriten, İsmi Unutulmayan.

“Ama benim bir beklentim yoktu ki senden…” diye mırıldanıyorum aktı akacak bir gölle gözlerimde; artık bana bakma tenezzülünde bile bulunmuyor o ise…

Yaşlar yanağıma akıyor bu sefer, hüzünse benliğime…

Ağlıyorum, susuyor; ‘ayrı düşüyoruz’…

İniyorum trenden sonraki istasyonda, oturuyorum dışarıdaki karlar üstüne, saat 11.11. Tren hareket etmeye başlıyor, bakıyorum trene, onun vagonu çoktan uzaklaştı bile, ama teni gündüz kendi gece kadın her vagonun içinden bana bakıyor nefret duyan gözlerle, her vagonda aynı duruş, aynı ifade; aynı gülümseyiş, ve hala kin dolu gözlerle.

Bir gözyaşı damlıyor yanağımdan bembeyaz zemine, o damlanın düştüğü yerde siyah bir noktacık oluşuyor. Siyahlık büyüyor, büyüyor; bedenimin altında kapkara, beni yutacak bir girdap oluşturuyor. Girdap dönüyor ve dönüyor altında bedenimin, içinde kalbimin; bense kan kırmızısı gözlerim ve açık kırmızı yanaklarımla, bırakıyorum kendimi, hayatın, girdabın, boşluğun, rüyanın akışına…

Artık uyanmam lazım, biliyorum, ama son bir şans veriyorum kendime, girdap yutmak üzereyken beni. Sana geliyorum Çocuk; tanıdık kokuna, tanıdık dokunuşlarına, tanıdık gülüşlerine geliyorum; gel-git halleriyle bile beni seven adama, sana geliyorum. İçimdeki sevgi arsızı aç sevgiye, ilgiye, şefkate; rüyalarda bile olsa, bunu bana sen ver istiyorum.

Senin için geliyorum Çocuk; ve sadece senin için, son bir kez, başka bir rüya yaratıyorum…

1 Şubat 2009 Pazar

Bir Geceliğine Oneiros Olmak - (II) - Geçmişin Rüyası

Uyku ile başladı hikaye, artık rüya görme zamanı…

Geçmişte ve şimdi yaşadıklarımız, hatta bazen gelecekte yaşayacaklarımız oluşturur rüyalarımızı; bazen daha abartılı, bazen daha sade bir şekilde…

Bu geçmişin rüyası; ne şimdiyi ne de geleceği barındırıyor içinde. Yarattığım, bozulmasına müdahele edemediğim, bozulunca her şeyi tersine çevirmediğim, sil baştan başlamadığım bu rüyalar ödemem gereken kefaretler benim; yaptıklarım, yaşadıklarım, yaşattırdıklarım için. Çarpıklaşan, çürüyen, kokan tüm o güzel anılar, tüm o güzel umutlar; benim kendi kendimi tüketişimin sembolik betimlemeleri belki de. Neyi tüketiyorum, niye tüketiyorum bilmiyorum; gerçek, ham, son vedayı yapmak için illaki tüketmek mi lazım kendimi, benliğimi, anıları; bilmiyorum! Soracağı soru “Bunu kendine neden yapıyorsun?” olmamalı o yüzden siz Rüya Şahitleri’nin… Düşünmeden, sadece yapıyorum işte.

Kendi yarattığım rüyaların içindeyim şimdi okuyucu, uyanmak için henüz çok erken ve de…



Gözlerimi açıyorum hiçten yarattığım rüyaya…

Daha Çocuk hayatıma girmemiş o zamanlar, İstanbul’da ilk yılım, O’nunla bir barda oturuyoruz.

Birasını bardağıma hafifçe vurup gülümsüyor bana, karşılık veriyorum. Ellerimi tutuyor masanın altından. Ellerimi sıkıyor. Gözlerinin içi nasıl da parlıyor, gözleriyle gülümsüyor bana; içimde sıcacık bir sevgi dalgası kabarıyor. O an, ellerini masanın üstüne çıkarıyorum, etrafına göz gezdiriyor, “Emin misin?” der gibi bakıyor bana. Rahatlasın diye göz kırpıyorum, ve uzanıp öpüyorum dudaklarından.

Abartısız, çocukça ve saf bir sevgiyle değdiriyoruz dudaklarımızı birbirine. Kalbim sol göğsümü parçalayacakmış gibi atıyor. Mutluluktan ölmek üzere olma halini yaşıyorum sevginin. Ve biliyorum ki bu benim rüyam, kimse karışamaz bize, herkes kendi halinde; ve iki erkeğin öpüşmesi herkesçe normal bu ‘alemde’.

Ve o an fısıltıları duyuyorum, tüm odayı dolduruyor o fısıltılar, ama benden başka kimse duymuyor. Işıklar titreşiyor bir an; ifadeleri değişiyor insanların, yer sarsılıyor ve ardından sessizlik geliyor, herkes susuyor, herkes bekliyor.

Korkuyorum.

Sonra, karşı masamızda oturan sarhoş bir adamı fark ediyorum; öyle bir adam olmamalıydı bu rüyada. Tiksintiyle bize bakıyor ve ayağa kalkıyor. “Şu ibnelere bakın!” diye bağırıyor. Herkes bize dönüp bakıyor, herkes bize gülmeye başlıyor. Gözüm çapraz masada oturan genç çocuğa -benim 'Çocuk' değil o- ve kız arkadaşına takılıyor o an, kız kahkahalarla gülüyor, herkes gibi; tiz sesi kulaklarımı tırmalıyor ama çocuk suskun, gülümsüyormuş gibi yapmaya çalışıyor, yapamıyor; anlıyor beni, anlıyorum onu; sevgilisiyleyken neden gözlerinin o kadar donuk olduğunu.

Kır saçlı ayyaş bağırıyor bize tekrar, “Utanmıyor musunuz lan ahlaksız köpekler!” diye. Kahkahalar artıyor. Kahkahalar arttıkça adam güç buluyor kendinde, daha çok sinirleniyor, daha yüksek sesle şov yapıyor.

O, susmuyor. “Neden utanmamız gerekiyor ki?” diyor. Kalabalıktan “Oooo!” sesleri. Adam daha da sinirleniyor. Herkes adama tezahürat ediyor. Adam eline arjantin bardağını alıyor. Herkes daha da çok bağırıyor. Adam elindeki bardağı sevgilimin kafasına geçiriyor. Bardak paramparça oluyor.

Kan akıyor.

Karşımda, o bebek yüzlü çocuk, kanlar içinde yüzü ve iri gözleriyle bana bakıyor. Elimi sıkıyor yine. Daha çok sıkıyor, daha çok sıkıyor; ve an geliyor, sıkamıyor daha çok, gevşiyor elleri. Avuçlarıma kan damlıyor. Ve herkes hala gülüyor, adam kendini alkışlıyor, “Nasıl öldürdüm ama ibneyi?”.

O an içimde yükselen öfkeyi hissediyorum. Adamın gözlerinin içine tek bir saniyeliğine bakıyorum; ve adam yere düşüyor. Ölüyor. Kahkaha atan herkese tek tek bakıyorum, göz göze geldiğimiz herkesi öldürüyorum. Ve ben işlerken tüm o cinayetleri, keserken iki yüzlü kuklaların iplerini, elime erkek arkadaşımın sıcak kanı akıyor.

En son çocuk ve kız arkadaşı kalıyor. Kız çığlık çığlığa bağırıyor; çocuksa gözlerimin içine bakıyor onu öldürmem için. “Vazgeç,” diyorum çocuğa kızı gösterip “sen neysen osun…”.

Onu ve kız arkadaşını canlı bırakıp, kapatıyorum gözlerimi. Ne her şeyi eski haline çevirebilecek cesareti görüyorum kendimde, ne de takati. O rüyayı terk ediyorum; ardımda 23 güler yüzlü ölü, bir kanlı sevgili, onu kurtarmam için yalvararak bakan, istekleriyle küs bir çocuk ve korkudan şoka girmiş, artık gülemeyen bir kız bırakarak.

Ve bir başka rüyaya açıyorum gözlerimi, bir başka kabusa uyanmamayı umarak…